Alzheimer’ı odak alarak, günümüzün aile ve toplum hayatında yaşanan pek çok sorununu gündeme taşıyan ve bir sosyal sorumluluk projesi olarak, farkındalığı yükseltmeyi amaçlayan “Annemin Zamanı” hakkındaki önemli detayları, yönetmen Hakan Gürtop, senarist Sadık Güneş, yapımcı Tuğrul Öztürk ve başrol oyuncuları Uğur Çavuşoğlu ile Meriç Başaran MAG Okurları için yanıtlıyor…
Genel olarak piyasa, eğlenceli ve sansasyonel konulara ilgi duyarken böyle bir konuyu niçin tercih ettiniz?
Tuğrul Öztürk: Çağımızın kendine özgü pek çok sorunu arasında gözden kaçan temel husus, çağın sorunlarına olan bakışımızdır. Bilişim ve eğlence sektörü ve bunu tamamlayan görsel sanatlar günümüzde ağırlıklı olarak eğlenceli konular seçmeyi tercih ediyor. Üretiminden tüketimine kadar bütün evrelerde yetişkin, sağlıklı, varlıklı ve sorunsuz bir insan profili tercih ediliyor. Böyle olunca can alıcı pek çok toplumsal sorun bu yarış içinde kayboluyor. Oysa sanatın gücü, eğlenceli konular kadar can sıkıcı konuların da üstesinden gelmeye yeter. Yani bu anlamda modern insan bir körlük içinde yaşıyor. Yalnız eğlenceli ve fantastik konuların piyasada karşılık bulacağına dair bir ön yargı ve ön kabul var. Bunu kırmak zorundayız. Bir geçiş toplumu olan Türkiye, iç ve dış göçlerle, değişen sosyal, kültürel ve ekonomik dinamikleriyle önümüze pek çok sorun çıkarıyor. Bütün bunları görmezden gelemeyiz. “Annemin Zamanı” bu anlamda bir ikazdır. En önlerde yaşlı ve hasta bir figürle yol alınabiliyor mu ve böyle bir yol alış toplumda karşılık buluyor mu, onu gösteriyor.
Yaşlılar pek çok sağlık sorunu yaşar, neden Alzheimer’ı tercih ettiniz?
Sadık Güneş: Alzheimer, diğer sağlık sorunlarından pek çok açıdan farklı. Her türlü sağlık sorunu hayatınızı bir parça kısıtlar, sınırlandırır. Tedavi ve takip gerektirir. Alzheimer, insanın aklını, hafızasını alan bir rahatsızlık. Bunun yanında başkaca pek çok rahatsızlığa da kapı aralayan bir sağlık sorunu. Tıbbi bakımın ötesinde hastanın takibi başlı başına bir sorundur. Günümüzde giderek artan Alzheimer, yaşlı nüfus için ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Alzheimer hastasından çok, bakımı üstlenen aile yakınlarının sorunlarını görüyoruz…
Sadık Güneş: Evet, bunun izahı zor değil; çünkü sorun, yaşlıların sorunu gibi görünse de aslında onlara bakmakla yükümlü insanların sorunu. Bütün dünyada mesele bu yönüyle ağırlık kazanıyor. Bazı refah toplumları, Alzheimer hastasından çok, bakıcılarla ilgileniyor. Bakımı, gözetimi büyük fedakârlıklar gerektiriyor. Filmde de olduğu gibi; genellikle insanların çalışma hayatını, aile düzenini derinden etkiliyor. Daha çok bu boyutu yakın plana almak istedik.
Hedefimiz Zehra Anaların sayısını azaltmak ve Kerim’lerin sayısını arttırmak olmalı…
Tuğrul Öztürk: Bu film bir sosyal sorumluluk projesi olarak filizlendi. Senaryo hazırlık aşamasından itibaren böyle bir çalışmanın neye hizmet edeceği çok konuşuldu, tartışıldı. Bu konudaki çalışmalar tarandı. Toplumun genel olarak hastalığı yeterli düzeyde tanımadığını gördük. Hızla yaşlanan bir nüfusa sahibiz. Bütün refah toplumlarında olduğu gibi bizim de yaşlı bakımı ve özellikle Alzheimer gibi risklere karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Yani bu çalışmanın bir tür toplumsal farkındalık sağlayacağını umuyoruz.
Alzheimer’ı bir sinema filmi olarak çalışmanın güçlükleri nelerdi?
Meriç Başaran: Alzheimer hastasının en belirgin özelliği nedir diye sorarsanız, ne zaman ne yapacağını kestiremememiz derim. Hastalık; psikolojik açıdan, şüpheyi, belirsizliği, tuhaflığı ve tabii mantık dışı olayları davet ediyor. Hafıza kaybı ve bilinç yıkımı, insanoğlunun beklendik davranışların dışına nasıl çıkabileceğine dair ilginç örnekler sunuyor. Kişiler ve nesneler yer değiştirir; olayların önem ve öncelik sırası değişir; görünenle algılanan, aynı şey değildir. Bütün bunların sinema dili içinde yoğrulmasıyla nasıl ilginç görüntüler çıkacağını tahmin edebilirsiniz. Yani bir taraftan belli bir netlik yansıtmayan karakteristik özellikler, diğer taraftan yer değiştirmeler arasında bir seçim yapmak zorundasınız. Hastalık bir yönüyle imkânsızı barındırırken diğer taraftan sınırsız seçenekler sunuyor. Masumiyet, mağduriyet, çaresizlik gibi olgular bir arada yaşanıyor.
Sinemanın, toplumsal sorunlara körleşmesinin getirdiği ağır maliyet; yetişen nesilleri, popüler kültürün ucuz çözümleriyle baş başa bırakmak olmuştur. Biz genç nüfusuyla gurur duyan bir toplumuz. Oysa genç nüfusa sunduğumuz kültür ve sanat ürünleri onları geleceğe taşımıyor. Aksine yozlaşmaları ve yabancılaşmalarını kolaylaştırıyor. Kendi toplumsal gerçekliğini kaybeden bilinç, sorunlarına çözüm üretmekten ve sürdürülebilir yaşam pratikleri geliştirmekten de uzaklaşıyor. Piyasa ekonomisinin, sorunları çözmek yerine büyüteceği alanlardan biri ve başlıcası kültür ve sanat üretimidir. Bunu derken, sinema ile birlikte bilişim ve eğlence endüstrisinin tüm enstrümanlarını dâhil ederek vurgulamak isterim. Hani bizde bir söz vardır, “Ne ekersen onu biçersin”. “Nasıl bir toplum bekliyoruz?” sorusunun en iyi cevabı budur. Tohum neyse mahsul odur.
Filmde pek çok insani ve toplumsal değere atıfta bulunuyorsunuz...
Hakan Gürtop: İnsanın muhatap olduğu bazı sorunlar onun bütün hünerlerini sergilemesine sebep olur. Alzheimer gibi ağır bir sorun; nefsimize hoş gelenle, insani olarak yapmakla yükümlü olduklarımız arasında pek çok seçenek sunar. Burada yapılacak seçimlerin rasyonel olması yanında insani olması da önem taşır. Kerim, bu ikilemi bütün derinliği ile yansıtıyor. Kurumsal, profesyonel çözümler elbette vardır ve olmalıdır. Bunları tümden yok sayamayız. Zor olanı tercih etmek, fedakârlığın sınırlarını göstermek bakımından önemlidir.
Günümüzde artan yaşlı sorunları karşısında kurumsal bakım seçeneklerini yok sayamayız, değil mi?
Hakan Gürtop: Elbette yok sayılamaz. Aslına bakılırsa her yaşlının durumu Zehra Ana gibi değildir. Mutlaka sorunun kaynağına ve çözüm noktasına köyü yerleştirmek zorunda değiliz. Önemli olan, sizi doğurup büyüten ve bütün ömrünü size adayan annenizi, aklı gittikten sonra da fark etmenizdir. Bu açıdan bakılınca her birimiz için kaçınılmaz olan yaşlılık evresine ve getirdiği sorunlara ilişkin bir toplumsal farkındalık amacı öne çıkıyor, çünkü bu kaçınılmaz bir sondur ve ne yazık ki buna genellikle hazır değiliz. Hızla yaşlanan Türkiye nüfusunun önemli bir kısmı metropollerde yaşıyor. Metropollerin, soruna çözüm olacak potansiyelini ortaya koyması için de bir çağrı olarak düşünülebilir.
Yıkılan bilinç ve kaybolan hafızaya rağmen duygular hâlâ çok güçlü kalabilir mi?
Hakan Gürtop: İnsanı anlamanın, kavramanın bir yolu da bu olmalı. Pek çok yeteneğini kaybeder, temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak haldedir ama duyguları hâlâ çok canlıdır. Bunu örnekleriyle hepimiz yaşıyoruz. Biraz yakından bakıldığında, biraz kulak kesildiğinde insanın böyle bir varlık olduğu hemen fark edilecektir. Alzheimer hastalarında bunu çok net görürüz. Hiçbir şeyin hesabını tutmazlar. Sarhoş gibi davransalar da sarhoş değildirler, deli gibi davranırlar ama deli değildirler, kör ve sağır gibi hareket ederler bazen ama bunların hiçbiri değildir Alzheimer’ın tanımı. Yıkılan bilinç ve kaybolan hafızanın içinde hâlâ canlı bir şeyler vardır, onlar da en güçlü duygulardır. Örneğin; filmde “kirkit” böyle bir işlev üstleniyor. Yıkılan toplumsal bilinci ve kaybolan kültürel hafızayı bir şekilde geri çağırıyor.
Anne sevgisi pek çok fedakârlığın gerekçesi midir?
Sadık Güneş: Anne kavramı kültürümüzde çok önemli bir değeri temsil eder. Bir şeyin özünü, aslını, temelini, kökünü ifade etmek için başına “ana” kelimesini koyarız. Sahip olduğumuz medeniyet birikiminde annelerin emeği, hüneri ve gözyaşı vardır. Bizde anneler evlatlarına “kurban” olurlar. Fedakârlığı bundan daha güçlü hangi kavram açıklayabilir? Peki, size “kurban” olana, elden ayaktan kesilince merhamet etmez misiniz? İnancımızın bize hatırlatması tam da böyledir. Bir zamanlar onların size baktığı gibi siz de onlara bakın der Tanrı, sakın onları üzmeyin, onlara of bile demeyin. Filmde annenin bakımını üstlenen Kerim büyük fedakârlıklarda bulunuyor. Bir noktadan sonra annesini ailesine tercih ediyor sanki. Durum böyle görünse de bir tercih söz konusu değildir. Başka hiçbir yolu, çaresi olmayan ihtiyar, hasta anneniz neredeyse yalvararak sizden bir şey istiyor. Şehirle ne kadar bütünleşmiş olsanız da bu talebin yüreğinizde bir karşılığı olacaktır. Son çare, son adres haline geldiyseniz bunu görmezden gelemezsiniz. Kerim’in yaptığı budur. Annenin rahatsızlığını, özlemini, tutkusunu ve yalvarışını bir dava haline getirir. Sorun sadece anneyi rahat ettirmek değildir. Kerim, insan olmanın, insan kalmanın yaptığımız her şeyin üstünde özel bir anlam taşıdığını hatırlatıyor bize. Bu gayret anneye olan düşkünlük kadar, insan olma ve insan kalma çabasını gösteriyor.
Aile yıkılırken bir seçim yapmak zorunda kalıyoruz…
Sadık Güneş: Günümüz toplumlarında yaşlılık giderek sorun olma eğiliminde. Bunun pek çok sebebinden söz edilebilir. Artan refah ve sağlık hizmetleri bir tür yanılsamaya yol açıyor olabilir. Buna benzer pek çok faktör söz konusu. Asıl önemlisi, değişen toplum şartlarında yaşlıların konumlandırılamayışı. Düne kadar yaşlılığı aile içindeki en yüksek statü olarak gören geleneksel toplum, bugün yerini bambaşka bir gerçeğe bıraktı. Metropol hayatı içinde yaşlı nüfus çoğu zaman göz ardı ediliyor. Konuttan ulaşıma, beslenmeden kültür ve sanata kadar pek çok alanda yaşlı nüfus neredeyse tasnif dışı kalıyor. Oysa modern toplumların en büyük gerçeği, artan yaşlı nüfustur. Nitekim Batı toplumları bu anlamda çok önemli mesafeler almıştır. Yaşlıların bakımı, takibi, tedavisi ve yaşlılara götürülen diğer hizmetler büyük ölçüde kurumsal bir temel kazanmıştır. Bizde sorun hâlâ aile kurumunun çabaları ile çözüm buluyor. Böylesi ağır bir yükün aile üzerinde oluşturduğu baskı doğal olarak bazı kırılmalara yol açıyor. Yaşlı bakımı eşler arasında ciddi çatışmalara yol açıyor. Yaşanan ağır sorun bizi, insanın her yaşta ve her halde insan kalmaya devam ettiği gerçeği ile yüzleşmeye zorluyor.
Film, Ankara’da çekildi. Bunun özel bir sebebi var mı?
Tuğrul Öztürk: İstanbul, başından beri Türk sinemasının merkezi olma ayrıcalığını koruyor. Bu bakımdan İstanbul’un, sinemanın gelişmesinde büyük rol oynadığını söyleyebiliriz. Mevcut duruma bakıldığında da İstanbul’un halen öncü ve belirleyici gücü hemen görülecektir. Yeni nesil sinemacılar, başarılı çalışmalarıyla, alışılmış pek çok kalıbın ve klişenin kolaylıkla aşılabileceğini göstermiştir. Yeni teknolojiler de buna büyük kolaylıklar sağlıyor. “Annemin Zamanı” konusu, hikâyesi, yönetimi, oyuncuları vb. bakımdan bir iç Anadolu hikâyesi. Ayrıca başarılı bir sinema filmi için pek çok şehrimiz gibi ve hatta onlardan da ziyade Ankara yeterlidir diye düşünüyoruz. Fırsat tanınırsa Ankara sinema sektörüne büyük katkılar sağlayacaktır. Ankara başkent olmanın ötesinde Anadolu’nun bütün birikimini, değerlerini, alışkanlıklarını ve sorunlarını bağrında taşır.
Annemin Zamanı bir ölçüde köye özlemi ifade ediyor. Böyle bir bakışı gerçekçi buluyor musunuz?
Sadık Güneş: Burada kır-kent çatışması gibi gelenek ve modernlik de iki zıt kutbu ifade ediyor. Anlaşmazlığı (ihtilaf/conflict) bu iki yapı arasındaki ilişki belirliyor. Yani modernlik ile gelenek arasındaki uyum veya karşıtlık, beraberliği ve ayrılığı belirliyor; kırsalla kent arasındaki farklılaşma, denge veya dengesizlik noktasını gösteriyor. Bugün büyük şehirlerde yaşayan modern görünümlü nüfusun büyük bir kısmı kır kökenlidir. Köylerde hâlâ varlığını sürdüren kırsal nüfus büyük ölçüde kentli davranışları benimsemiş görünüyor. Benzeşme ve iç içeliğin her geçen gün arttığına şüphe yok, ancak düne bakıldığında var olan değer ve alışkanlıkların bugün hızla yok olduğu da bir gerçek. Can yakıcı olan da budur. Kabaca söylemek gerekirse; bugün iş dünyasında ve mesleklerde önemli mevkileri işgal eden insanların büyük bir kısmı, ailelerinin mütevazı gayretleriyle öğrenimlerini tamamlamıştır. Yaşlı olarak tanımlayabileceğimiz nüfus büyük fedakârlıklarla evlatlarını geleceğe hazırlamıştır; ancak bu fedakârlığın nasıl bir karşılık bulduğuna gelince karşımıza milyonlarca dram çıkıyor. Değişimin insan üzerindeki yıkıcı etkisi bu dramların belkemiğini oluşturuyor. Dolayısıyla sorun köye dönmek değil öze dönmektir, kendine dönmektir, tabiata dönmektir. Hırstan, ihtirastan uzaklaşarak insani olanı, doğal olanı, manevi olanı keşfetmektir.
Alzheimer hastaları için en uygun çözüm köydür, diyebilir miyiz?
Hakan Gürtop: Filmde Zehra Ana, hiç bütünleşemediği şehirden, yani dört duvardan kurtulmak için bütün bir ömrünü geçirdiği köyüne dönmek istiyor. Bakıldığı zaman hasta olmasa da bunun her insan için çok doğal bir talep olduğu görülür. Bir Alzheimer hastası için bu talep daha da önem kazanıyor. Hastalığın doğal seyri içinde çevresiyle olan ilişkileri büyük ölçüde anlamını kaybeden Alzheimer hastası için daha önce alışık olduğu, tabiri caizse ezbere bildiği bir ortamda olmak çok kıymet kazanıyor. Hani bir anlamda gözü kapalı yaşayabileceğiniz bir ortam hayal edin. Bu sizin en iyi bildiğiniz ve emin olduğunuz ortamdır. İşte Alzheimer hastasının ezbere bildiği yaşam ortamı onun pek çok açığını kapatmaya yarıyor. Ayrıca doğal bir yaşam ortamı olarak köy, Alzheimer hastası için riskleri en aza indiriyor. Bütün bunlara rağmen hikâyedeki Alzheimer hastasının köy geçmişi bizi oraya taşıyor. Köy özlemi, metropollerde yozlaşan ve işlerliğini kaybeden insan ilişkilerinin aksine hâlâ yaşamakta olan komşuluk ilişkilerini ve doğal hayatı göstermesi bakımından da önemlidir. Kendi özüne, kendi geçmişine ve kendi alışkanlıklarına dönmenin burada sağaltıcı bir öneri olarak gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Böylesi bir dönüş herkesi mutlaka köye götürmeyecektir.
Kerim olmak nasıl bir şey? Günümüz insanı için böyle bir önermede bulunmak gerçekçi midir?
Uğur Çavuşoğlu: Ailemde yok ama çevremde birçok Alzheimer’lı insan vardı. Yönetmenimiz Hakan, geçtiğimiz sene vefat eden, Alzheimer hastası annesini ziyarete giderken beni de götürdü. Biraz gözlem de yapmak istedim. Onu baktıkları eve gittiğimizde oldukça duygulandım. Oradaki insanların durumlarını görünce çok etkilendim ve Kerim’i canlandırırken, yaptığım gözlemler üzerinden oynamaya çalıştım. Annesi hasta olduğu ve ona sahip çıkmaya çalıştığı için; bu insani durum beni içsel olarak çok etkiledi. Bunu yansıtmaya çalıştım oynarken.
Bildiğimiz ve içinde yaşadığımız zaman dilimi, herkesi çıkarları konusunda daha uyanık olmaya, kişisel ihtiyaçlarına öncelik vermeye zorluyor. Özellikle aile kurumundaki çözülme, karı-koca ve eşlerden oluşan bir yaşam ünitesini sorumluluk sınırları olarak dayatıyor. Doğrusu metropol hayatı ile baş gösteren yeni hayat tarzından herkesin memnun olduğunu söylemek mümkün değil. Bununla birlikte eğlenceye, hazza, tüketime dayalı bir yaşam tarzının büyük ölçüde kanıksandığını kabul etmek zorundayız. Yani çokça şikâyet ettiğimiz pek çok konu var ki bunlar bizim günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş bulunuyor. Piyasa toplumunun yıkıcı rekabet anlayışı, ekonominin ve ticaretin sınırlarını aşarak bilimin, kültürün, sanatın ve hatta dini hayatın içine kadar sızmış görünüyor. Bütün bunlardan her ne kadar şikâyetçi olsak da elimizde çok fazla seçenek olduğu söylenemez. Yaşlandığınızda evlatlarınızın size göz kulak olması ancak birtakım çıkarlarından veya hedeflerinden vazgeçmeleri ile mümkün olacaktır. Bu acı tablo, hepimizi varlık sebeplerimiz, yaratılışımız, insan kalma çabamız konusunda düşünmeye zorluyor. Bir şefkat eline ihtiyacımız var ama o elin kimin eli olacağı konusunda hiçbir tahmin yürütemiyoruz. Tıpkı vahşi hayattaki doğal seleksiyon gibi güçlü olanlara daha fazla şans tanıyoruz. Kerim bize eşref-i mahlûk olduğumuzu hatırlatıyor, çıkarlarımıza uymasa da vicdanı elden bırakamayacağımızı hatırlatıyor.
Ankara oyuncusu olarak uzun zaman sonra bir Ankara filminde yer almak nasıl bir duyguydu?
Uğur Çavuşoğlu: Ben Ankara’yı çok severim. Ankara’da büyüdüm, üniversiteyi Ankara’da okudum, Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçısıyım şu anda da. Babamı Ankara’da kaybettim iki sene önce. Ankara’daki evim halen durur; hiçbir zaman da kapatmayı düşünmüyorum. Hem Mustafa Kemal’in başkenti olduğu için hem de benim hayatımda çok derin bir yeri olduğu için bu şehir her zaman kalbimde ve hayatımdadır, çok da özeldir. Sanatın ilk adımlarını burada attım. Her anlamda burada yetiştim.
İngiltere’de kaldığımda şöyle bir şeye tanık olmuştum: Örneğin; Sheffield’da bir film çekiliyorsa, o film vizyona girerken “Sheffield yapımı bir filmdir” ya da New Castle’da çekiliyorsa “Bu prodüksiyon bir New Castle yapımıdır” diye tanıtılıyor tüm ülkeye. Bizim de bunu yapmamız gerekiyor. Ankara yapımı olması bu açıdan önemli. Eğer bu film, bu şekilde dünya sinemasına açılabilirse Ankara’yı dünyaya tanıtmış oluyor. Aynı zamanda iç turizmi açısından, şehri kendi ülkesinin insanlarına da tanıtmış oluyor. Bu açıdan filmin her şeyiyle Ankara’da yapılmış olması, “Ankara yapımı bir film” demek çok önemli.