Güçlü sesini dünyadaki opera sahnelerinden duyuran Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Tenor Murat Karahan; hayatını, kariyerini, başarılı yolculuğunu, bir Lexus otomobil sürüşünde samimi sohbetiyle Serkan Kızılbayır’a anlattı.
Murat Karahan kimdir?
Bir opera sanatçısıyım. Yaklaşık yirmi yıldır profesyonel bir opera sanatçısı olarak sahnelerdeyim. 2012-2013’ten itibaren de yurt dışında ülkemi elimden geldiğince büyük tiyatrolarda temsil etmeye çalışıyorum.
Şu anda çok mütevazı davranıyorsunuz; bu kadar kısa bir anlatım gerçekten de az kaldı. Nasıl buralara yöneldiniz, nereden nereye geldi bu durum?
Benim ailemde sesler çok güzeldir.; rahmetli babacığımın, annemin, ablamın hatta yeğenimin… Ama bu alanla profesyonel olarak kimse ilgilenmemiş. Hep ailede kalmış o muhteşem sesler. Belki de bundan yola çıkarak, annem beni çok motive etti, hatta zorladı diyebilirim… Konservatuara girdiğim ilk zamanlarda annemle biraz çatıştım bile. “Doğru mu yaptım? Nasıl olacak?” derken, annem bir gün bana “Günün birinde dünya yıldızı olacaksın ve bu söylediklerin için benden özür dileyeceksin.” dedi. Sonrasında okuldan mezun oldum, operaya girdim ve yavaş yavaş basamakları tırmandım. Tabii burada önemli bir nokta: Çok çalıştım ben ve çalışmaktan hiç vazgeçmedim.
Bir röportajınızda “Yüzde ellisi Tanrı vergisi ama geri kalanı da çalışmakla oluyor.” demiştiniz…
Bu sadece sanatla alakalı değil. Dünyanın her yerinde, ne iş yapıyorsanız yapın, hangi meslekte olursanız olun, bir şekilde doğuştan gelen bir yeteneğiniz olacaktır ama onun üstünde yapacağınız her şey sizin çalışmanızla alakalı. Bu minvalde yurt dışında gittim. Roma’daki Accademia Nazionale di Santa Cecilia’da, dünyaca ünlü soprano Renata Scotto ve o zamanlar akademinin başkanı olan Bruno Cagli’nin özel öğrencisi oldum. Sonra, yaptığım mesleğe, sanata başka bir açıdan bakmaya başladım. Bakış açım değiştikten sonra da her şey başka bir noktaya geldi ve tabii ki her geçen gün, üzerine koyarak ilerledim. Bugün bile bir temsil sonrasında hemen kaydını alıp kendimi eleştiriyorum. İnsan kendini eleştirebilince çok daha önü açık, çok daha ilerlemeye hazır olabiliyor.
Operada gerçekten de bir yol almak bence çok zor, çünkü en zor sanatlardan bir tanesi. Hiç önünüze engel çıkmadı mı?
Hangi mesleği yaparsak yapalım, insanların önüne mutlaka engel çıkacaktır. Bir tek sanat alanında değil. Sporda da böyle, belki bir bilim insanıysanız da bu böyle. Önemli olan, kendinize inanmanız, yaptığınız işe inanmanız, çok çalışmanız. O zaman karşınıza gelen bütün engelleri teker teker aşabiliyorsunuz. Zamanında benim de karşıma çok engel çıktı; ama dediğim gibi, bunların karşısında pes etmek yerine daha çok çalışıp daha iyisini yapmaya uğraştım.
Bazen o engeller insanı daha da yükseğe çıkarmak için çok büyük bir neden oluyor, değil mi?
Kesinlikle. İnsanın o engeller karşısında takındığı tavır ve duruşu çok önemli. “Benle uğraşıyorlar, yaptırmıyorlar.” deyip pes edebilirsiniz ya da “Öyle mi? Ben daha iyisini yapacağım o zaman, görürsünüz!” deyip daha iyisini yapabilirsiniz.
1940’lı yıllara gidelim istiyorum; operanın başlangıcına doğru. Opera nasıl bir sanat?
Türkiye’den daha da geriye gittiğimizde, opera Osmanlı’ya on sekizinci yüzyıldan itibaren yavaş yavaş girmeye başlıyor. Daha sonra Cumhuriyetimizin kurulmasıyla beraber Büyük Atamız, İran Şahının Türkiye’ye ziyareti münasebetiyle büyük besteci Ahmet Adnan Saygun’a Özsoy Operası’nı besteletiyor ve Ankara’da Özsoy Operası’yla beraber Cumhuriyet tarihimizdeki ilk opera temsili gerçekleşiyor. 1940’ların başında, Mûsiki Muallim Mektebinden doğan Ankara Devlet Konservatuvarıyla beraber opera temsilleri ufak ufak başlıyor; ama tam anlamıyla değil tabii. Daha sonra 1948’in sonu ve 1949’la beraber yerleşik olarak artık Ankara’da opera temsilleri başlıyor. Yani, Türkiye’deki yerleşik operada temsillerin başlaması 1948-1949’larda diyebiliriz. Daha sonra diğer illerde de operamız kuruluyor ve şu anda altı ilde yerleşik olarak opera ve balemiz var.
Opera zor bir sanat, değil mi?
Opera çok zor ve komplike bir sanat. Kolay bir şey değil, çünkü aslında baktığınız zaman, dünyadaki bütün güzel sanatların birleştiği, tek bir potada eritildiği belki de tek sanat. Bir temsilde; edebiyat, müzik, şan, dans, resim ve heykel görüyorsunuz, bir orkestrayı dinliyorsunuz. O yüzden de, dünyanın tartışmasız en zengin sanatı. Bu yanlış anlaşılmasın diye altını çizerek söylüyorum, zenginlerin sanatı değil, kendisi zengin bir sanat. Zaman içerisinde, sanki aristokratlara hitap eden bir sanatmış gibi bir imaj gelişmiş; ama öyle değil aslında. Dünyada da, ülkemizde de halka hitap eden ve izleyicisinin çoğunluğunu halkın oluşturduğu bir sanat. Ne mutlu bize ki, bu yerleşik altı tane opera ve balemizin temsilleri her zaman çok dolu geçiyor. Bu coğrafyada birçok ülkeye nasip olmayacak bir şekilde altı tane yerleşik opera ve baleye sahibiz.
Türkiye ile dünyayı kıyasladığımızda, Türkiye operada ne durumda?
Bu işi domine eden ülkeler var: Örneğin; Almanya’da altmış tane opera var, İtalya zaten operanın anavatanı. Rusya’da da birçok opera ve bale evi var ama dünyaca ünlü olan ve hem operasıyla hem balesiyle “A+” seviyesine çıkmış Bolşoy Tiyatrosu’yla Mariinsky Tiyatrosu var. Ben de Bolşoy Tiyatrosu’nda defalarca sahne aldım ve otuzun üstünde temsil yaptım.
Ne kadar rahat anlatıyorsunuz. Sanki Tunalı Hilmi Caddesi’nde yürüdüm der gibi…
Mesleğimi, sanatımı en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum aslında. Bir Türk olarak kolay değil uluslararası mecralarda ülkenizi temsil etmek, bir Türk’ü orada alkışlatmaksa çok mutluluk ve gurur verici.
Siz sahneye çıkmadan önce, isimlerinizin başında “Türk” ibaresi mutlaka oluyor...
Evet; Bolşoy’da, Berlin’de, Verona’da, Napoli’de, Viyana’da, nerede bakarsanız bakın, öz geçmişimin başında Türk Tenor Murat Karahan diye geçer hep.
Bir tenorun, sizin gerçekleştirdiğiniz sanatı icra eden birinin, özel hayatında neler yapması ve yapmaması gerekir?
İyi yaşamanız, iyi beslenmeniz, uykunuza ve hayatınıza dikkat etmeniz gerekiyor. Asitli içeceklerden ve alkolden uzak durmanız gerekli; bırakın sigara içmeyi, sigaralı bir ortamda bile bulunmamanız gerekiyor.
Mesela ben her zaman şöyle bir örnek veririm: Bolşoy’a gittiğimde, bir hafta ila on gün veya bazı zamanlarda da otuz gün kaldığım olurdu; bana sorarlardı, en güzel gece kulübü hangisi diye. Bir tane gece kulübü ismi söyleyemem size. Benim hayatım, Bolşoy Tiyatrosu’yla otelimin arasında geçiyordu.
Bir opera sanatçısı, günde kaç saat uyumalı?
Yetecek kadar uyku diyelim. Bu spesifik olarak “On saat uyursan sesin kaymak gibi olur.” ya da “Altı saat uyursan olmaz.” değil; size yetecek, sesinizi dinlendirecek, sizi doyuracak kadar olmalı. Mesela ben çok uyuyan bir insan değilim, ortalama altı ila yedi saat uyurum, pek sevmem uyumayı; o yüzden bana yetiyor ama bazısına örneğin on iki saat yeter. Önemli olan size yetecek uykuyu almanız.
Yapılanlar çok basit gibi görünse de, bildiğim kadarıyla performans sergiledikten sonra birkaç kilo veriyorsunuz… Bunu biraz anlatır mısınız?
Çok doğru. Bazen dönem kostümleriyle çıkıyorsunuz sahneye. Bazen üstünüzde beş ila sekiz kilo kostüm oluyor. Sırf bir kılıç veriyorlar elinize, üç kilo mesela. Tabii aynı zamanda, üç yüz sayfalık bir operayı, çıplak sesle, mikrofon olmadan bazen iki bin kişiye, bazen de örneğin arenadaysanız on beş bin kişiye açık havada ve gece yüzde seksen nemle sahneliyorsunuz; dönem olarak üzerinizde kadife bir kostüm, kafanızda bir ağırlık ve orada çıplak sesle onca kişiye şarkı söylerken, bir bakıyorsunuz ki vücudunuzda su kalmamış.
Bir operanın yüz elli sayfasını ezberliyorsunuz…
Evet, bir başrol sahneliyorsanız, üç yüz sayfanın yaklaşık yüz elli sayfasını ezberliyorsunuz. Ezberlemekle kalmayıp anlamını da öğreniyorsunuz, yani aslında o dili bilmeniz gerek. Hadi o dili bilmiyorsunuz, o zaman kendinizi ifade edebilmeniz anlamında her söylediğinizi kelime kelime biliyor olmanız gerekiyor. Sadece kendi söylediğinizi değil, karşınızdakinin de ne söylediğini anlamalısınız, çünkü örneğin soprano size bir şey anlatırken, ona karşı bir ifade vermeniz gerekiyor.
Sahnede görünen belli başlı birkaç kişi var ama arka planda en az yüz ila yüz elli kişi var, değil mi?
Gerçekten öyle. Opera sanatında biz sahnede iki üç solisti görüyoruz, ya da belki koromuzu görüyoruz ama ortalama bir opera temsilinde, aşağı yukarı minimum yüz elliye yakın kişi çalışır. Altmış kişi orkestra, altmış kişi koro dediğiniz zaman yüz yirmi kişi oldu. On tane solist diyelim, yüz otuz oldu. Bunun teknik ekibi, dekorcusu, kostümcüsü –bazı opera eserlerinde balerini, dansçıları- olarak nereden bakarsanız bakın en az yüz elli kişi oluyorsunuz. Bu yüzden de aslında dünyada hiç özel opera yoktur, çünkü böyle bir masrafı kaldıracak özel bir şirket olamaz. Dolayısıyla dünyadaki bütün operalar ve baleler, devlet desteklidir. O yüzden opera ve bale sanatının devlet desteği olmadan icra edilmesi imkânsız. Kâr beklentisi asla güdülemez. Minimum maliyetle maksimum fayda amaçlanır. Önemli olan, halkı bu yüksek mertebeli sanatla buluşturmaktır.
Sözlerini unuttuğunuz, sahneyi kaçırdığınız anlar oluyor mu? O durumlarda ne yapıyorsunuz?
Biz tabii sahnede izlerken bunu anlayamıyoruz…
Böyle anlar çok nadir olur, çünkü opera sanatçıları mükemmeliyetçidir. Opera sanatı zaten özünde mükemmeliyetçi bir sanattır. ‘‘Multi-tasking’’, beyni çok yönlü kullanmayı gerektiren bir sanattır. Düşünün, aynı anda orkestra şefini ve orkestrayı takip etmeniz gerekiyor. İtalyanca bir eseri söylüyorsunuz. Hatta bir örnek vereyim: Bolşoy Tiyatrosu’nda dünyaca ünlü Anna Netrebko’yla Tosca yapıyorum; orkestra şefi Placido Domingo, sahneye koyan dünyaca ünlü rejisör Stefano Poda. Operanın son sahnesi olan, Castel Sant’Angelo’da geçen bir zindan sahnesinde düet yapılıyor ve bu şekilde eserin sonuna kadar gidiliyor. Stefano Poda, perdenin tamamını ellerimiz arkadan bağlı, dizlerimizin üstünde sahnelememizi istedi. İlk temsilde bu şekilde yaptık ama dizlerimiz paramparça oldu. Sonra, gelmiş geçmiş en ünlü tenorlardan olan Placido Domingo da orkestra şefi olarak duruma isyan etti ve dedi ki “Bu böyle söylenemez, ellerini açın bu çocuğun.” İkinci ve üçüncü temsillerde ellerimi açtılar. Yine dizlerimin üzerindeydim ama en azından ellerimle tutunabiliyordum. İşte bunların hepsini aynı anda düşünmeniz ve aynı anda yapmanız gerekiyor. Bazen bir sahnede dizlerinizin üzerindeyken, soprano atıveriyor kendini üzerinize. Onu mu orada tutalım, dizimizin üstünde mi duralım, şefe mi bakalım derken beyninizi bir anda çok yönlü kullanmanız gerekiyor.
Bir de şöyle bir durum var: “Opera sanatçıları kilolu olsun.” denir. Artık öyle bir dönem kalmadı. Tabii biraz iri olmak gerekiyor, orası doğru; hem sahneyi doldurmak maksadıyla hem de bu kadar büyük bir performansı sergilerken rezervden de harcamak gerektiğinden. Özellikle diyaframı, “appoggio”yu tutarken üstüne oturmak için belki hafif bir kilo gerekiyor. O yüzden biz de o dengede gitmeye çalışıyoruz.
İtalya’da bir temsilden sonra sokağa çıkıyorsunuz ve sokak sizi bir anda alkışlamaya başlıyor. Bu gurur verici bir olay. O anı bize hatırlatabilir misiniz?
Arena di Verona’da bir gelenek vardır: Arenadaki temsillere bir gecede neredeyse on beş bin kişi gelir ve temsilden sonra izleyiciler, arenanın hemen çıkışında, Piazza Bra’daki hilal şeklinde dizili kafelerde bir şeyler yer, içer. Eğer siz iyi bir temsil yaptıysanız ve sizi fark ederlerse alkışlamaya başlıyorlar; bu da, yol boyunca devam ediyor.
Kendinizi çok mütevazı anlatıyorsunuz ama bizde sokakta çıkıldığında bile poz vermeler olur, ki siz Türkiye’de değilsiniz. Dünyadaki, sanattan anlayan, sanata değer veren ve bilinç olarak üst kademedeki insanların sizi tanıması nasıl bir duygu? O anda neler hissediyorsunuz?
Ben biraz mahcup oluyorum, onu söyleyeyim. Mutlulukla karışık bir mahcubiyet tabii. Düşünsenize, orada genciyle yaşlısıyla, boynumuza sarılanıyla yüzlerce insan var. Tamamı İtalyan da değil. Çok ünlü bir festival olduğu için, her yerden, bir yıl öncesinden bilet ayarlayıp geleni var. İtalya’nın bir de opera izleme grupları vardır dernek gibi; onlar ellerinde nota, hata bekleyen insanlar. Örneğin; aryanızı söylerken, sizinle beraber aryayı söylüyorlar. Bazıları da kendini hata bulmaya adamış. Onlardan o alkışı alınca mutlu oluyorum. Mahcubiyetle bağlı bir mutluluk. Türk bir sanatçı olarak, ülkemi, aslında bir Türk’ü alkışladıklarını fark ettiğim zaman, içimdeki mutluluk seviyesi beşle katlanıyor.
Hep operadan bahsediyoruz ama siz sadece bu tarzda mı ilerliyorsunuz? Örneğin; canınız sıkıldığında arabesk, pop vb. dinliyor musunuz, yoksa yine operadan şarkılar mı söylüyorsunuz?
Her zaman söylediğim bir şey bu: Ben müzik ayırt etmiyorum. İnsanın içinde bir heyecan uyandıran, tüylerini diken diken eden, o anki duygularına, üzgünse üzüntüsüne, sıkıntılıysa sıkıntısına, mutluysa mutluluğuna tercüman olan her türlü müziğe saygı duyuyorum.
Pop müzikten kim var mesela?
Kayahan’ı, Barış Manço’su, Sezen Aksu’su, zaten bunlar Erol Büyükburç’tan başlayarak Türk Pop Müzik tarihini oluşturmuş insanlar. O yüzden hepsine saygım sonsuz; bu ülkedeki popüler bir müzik kültürünü, bir noktadan bir noktaya getirmişler. Türkülerimizi de çok seviyorum. Türküler bir ülkenin kimliğidir aslında, geçmişidir, tarihidir. Klasik Türk Müziği parçalarından da çok beğendiğim, değerli besteciler var. Örneğin; Münir Nurettin Selçuk, Paris’te opera ve şan eğitimi almış muhteşem bir tenor. Paris operasından kendisine teklifte bulunuyorlar ama o, ülkesine dönerek Klasik Türk Müziğinin gelişimine katkıda bulunuyor. O yüzden Münir Nurettin Selçuk’un yazdığı eserlere bakarsak, giriş gelişme sonuç olarak opera aryası formundadır. Sonuçta çok seslilik bir zenginlik. Hangi müzik dalı olursa olsun, bunu doğru bir formatta çok sesli hale getirdiğiniz zaman, o işi daha zengin bir sunuma getirmiş oluyorsunuz.
‘‘Zeki Müren Şarkıları’’ projesinden bahsedersek…
Limak Filarmoni Orkestrası’yla yaptığımız bir proje. Çok sevgili Ebru Özdemir ile beraber kurarken çıkış noktamız şuydu: Türkiye’de çok sesli müziği, onunla hiç tanışmamış olan bir kitleye yayabilmek. Ön yargısı olanlara, ön yargılarını kırarak çok sesli müziği tanıtabilmek adına aslında dünyada da kullanılan bir yöntem. Mesela Napoliten dediğimiz parçalar, mandolin ve akordeonla çalınıp söylenen İtalyan halk şarkılarıdır. Dünyaca ünlü tenor Roberto Alagna’nın çıkardığı bir Sicilya halk şarkıları albümü vardı ve çok başarılı oldu. Yine Soprano Angela Gheorghiu’nun çıkardığı bir Romanya halk şarkıları albümü oldu. Aslında dünyadaki opera sanatçıları, kendi ülkelerindeki halk şarkılarına yer veriyorlar, çok sesli şekilde dünyaya daha zengin bir üslup ile anlatıyorlar. Biz de, neden yapmayalım, dedik. Bu noktada Zeki Müren, halkın geniş bir kesiminden teveccüh görmüş, zamanının çok radikal bir duruş sergilemiş olan sanatçısı. Zamansız bir sanatçı. Bundan yirmi yıl sonra bizim çocuklarımız da Zeki Müren seviyor olacak, bizler de seviyoruz, annelerimiz babalarımız da seviyordu. Halkın bildiği şarkılar olduğu için de hem Zeki Müren’i anmak hem de çok sesli müziği ön yargılı kitlelere ulaştırabilmek için yaptığımız bir proje bu. Örneğin; senfoni orkestrasına ön yargıları olan kişileri de bir şekilde biz o konserlere çekebildik. Böylece senfoni orkestralarının, çıkan müziğin ne kadar zengin olduğunu görmüş oldular.
İçinde olduğumuz Lexus’u nasıl buldunuz?
Çok keyifli ve konforlu bir yolculuk oldu Lexus sayesinde. Güzel sohbet için ben de teşekkür ederim.