Başrollerini Demi Moore ve Margaret Qualley paylaştığı The Substance, şöhret kültürünü ve kadınların sektördeki varlıklarını sürdürebilmek için uymak zorunda oldukları gerçekçi olmayan güzellik standartlarını topa tutuyor.
Yılın en dikkat çeken filmi The Substance kadın bedeni ve kimliğinin, erkeklerin isteklerine göre şekillendiği dünyaya dair sorgulama alanı açarken, “body horror” alttüründe izleyiciye meydan okuyan sıradışı bir görsel deneyim vadediyor.
Filmin başrol oyuncularından Demi Moore’dan canlandırdığı; zaman içinde genç versiyonuyla yıkıcı bir kavgaya tutuşan Elizabeth karakterini, The Substance ve yaşlanma hakkındaki görüşlerini dinledik.
Senaryoyu ilk okuduğunuzda film ve yönetmenin vizyonu hakkında ne düşünmüştünüz?
İlginç bir tanışmaydı aslında. Menajerim senaryoyu bana gönderdiğinde, “Sana hiçbir şey söylemeyeceğim, sadece senaryoyu oku” dedi. Bu hareket bile başlı başına merak uyandırıcıydı. Senaryoyu okudum ve kendimizle, dünyayla ve özellikle bedenlerimizle olan ilişkimiz ve kendimize verdiğimiz değerle nasıl başa çıktığımızı, başkalarının görüşüne ne kadar önem verdiğimizi ele alan benzersiz bir yaklaşımla karşılaştım.
Elisabeth’i ilk gördüğümüzde onu nasıl bir durumda buluyoruz?
Elisabeth’in gerçekten çöküş noktasında olduğu ilk görüşte bile anlaşılıyor. Kendisi ve dünyadaki yeri hakkında soruları var ve yaşadığı olaylarla durum giderek kötüleşiyor. Her şeyin altından çekilip gittiğini hissediyor, öyle düşük ve kaybolmuş bir durumda ki. “Kaybedecek ne kaldı ki?” dediğiniz ve size birazcık bile umut verecek bir şeye tutunmaya çalışacağınız bir noktaya geliyor.
Sue karakterini canlandıran Margaret Qualley ile çalışmak nasıldı?
Aman Tanrım, Margaret ile çalışmak gerçek bir rüyaydı! İnanılmaz yetenekli biri, performansında çok ince detaylar ve nüanslar var. Birlikte çıplak olduğumuz, oldukça hassas ve savunmasız sahnelerimiz var. Onunla en başından beri aramızda çok derin bir bağ hissettim. Birbirimize gerçekten güvenebileceğimizin farkındaydık ve desteğimizi de esirgemedik. Birbirimizi gözetiyorduk, aramızda mükemmel bir dostluk oluştu. Gerçekten keyifli bir süreçti ve umarım bir gün yine birlikte çalışırız.
Hollywood mogulü rolünde oynayan Dennis Quaid ile olan unutulmaz sahneleriniz hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Başlangıçta Ray Liotta’nın bu rolü üstleneceğini duyduğumda çok heyecanlanmıştım; harika bir oyuncuydu ve iyi bir iş çıkarabilirdi. Ancak kimse Dennis kadar iyi bir seçim olamazdı. Dennis, gerçekten muhteşem bir performans sergiledi ve riskli bir rol olmasına rağmen elinden gelenin en iyisini yaptı. Elisabeth ve Sue’ya olan her şeyde, filme gerekli perspektifi kazandırarak her şeyi bir araya getiren bir denge unsuru oldu.
Sizce ‘The Substance’ toplumun gençlik arayışı hakkında ne söylüyor?
Gençlikte lekesiz, masum ve saf bir taraf var, bizi bebeklere çeken hayranlık gibi. Ancak bence bu biraz çarpık bir bakış açısı. Aslında ‘The Substance’ gençlik arayışından ziyade, mükemmellik arayışıyla ilgili. Gençlik, kendimizin daha iyi bir versiyonu olarak gördüğümüz bir yönü temsil ediyor ama gezegenimizde geçirdiğimiz zamanla birlikte gelen harika hediyeleri de unutmamalıyız. Cilt sıkılığımızı kaybediyoruz belki ama ruh derinliği ve bilgelik kazanıyoruz.
Film ilerledikçe Elisabeth’i canlandırmak için ne kadar makyaj, protez veya özel efekt gerekti?
Yapılan iş devasaydı! Coralie, senaryoda dönüşüm sürecini titiz ve detaylı bir şekilde belirtmişti. Senaryoyu okurken, bu süreç rahat ilerleyecek gibi görünüyordu ama çekimler sırasında işin rengi değişti. Sekiz saat boyunca makyaj sandalyesinde oturmak ve protezlerin uygulanmasını deneyimlemek o kadar da kolay değildi! Ama aynı zamanda bu durum, projeye daha da ilgi duymamı sağlayan şeylerden biri oldu. Benim için yeni bir deneyimdi diyebilirim. Daha önce de protezle çalıştığım olmuştu ama hiçbiri bu kadar yoğun, duygusal ve acı dolu değildi.
Bu hikâye sizce hangi duyguda ve hangi bağlamda yankı uyandırıyor?
Elisabeth’in bir durgunluk hâlinden uyanması, bozulmuş ve kaybolmuş bir durumda hissetmesi ve bunun geri dönüşsüz olduğuna inanması gibi bir duygu var ortada. Aslında daha iyi olduğunu sandığınız bir şeyi kovalayıp, sonunda geri almayı dilediğiniz bir şeyi yitirmek ve onun sonsuza kadar kaybolmuş olmasını anlatıyoruz. Pek çok insan, gençliği ve mükemmelliği kovalarken kendini çarpıtabiliyor. Bu yüzden, toplumsal bakış açısına rağmen, gerçekten kendi içimizde verdiğimiz mücadelenin neticesinin kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek olduğuna inanıyorum.
İzleyicilerin ‘The Substance’ hakkında nasıl bir tepki vermesini bekliyorsunuz?
Başkalarının ne hissetmesi gerektiğini söylemeyi sevmem. Ancak, bence bu türün hayranları için tam anlamıyla heyecan verici ve yoğun bir yolculuk. Korku türünde aradıkları her türlü çekici unsuru bulacaklar. Daha derin ve düşündürücü sorulara ilgi duyanlar için de bir gizem ve yoğunluk var. Kendilerine biraz daha nazik olmalarını ve oldukları hâllerini daha fazla takdir etmelerini sağlayacak bir an yaratabilmeyi umuyorum.
The Substance’ı bir kadın olarak yaşadıklarından dolayı uzun zamandır kafasında yaşattığını anlatan yönetmen Coralie Fargeat ise; Demi Moore’un kendisi için ulaşılmaz bir hayal olduğundan, filmin mizahla harmanlanmış şiddetinin yaratım sürecinden ve 40 yaşıma bastığında yüzleştiği değersizlik hissinin filmi nasıl şekillendirdiğinden bahsetti.
‘The Substance’ filminin arkasındaki hikaye nedir? Böyle bir film yapmaya nasıl karar verdiniz?
Bence bu filmin fikri, bir kadın olarak yaşadıklarımdan dolayı uzun zamandır kafamın arkasında yaşıyor. İlk uzun metrajlı filmim ‘Revenge’i çektikten sonra 40 yaşıma bastım ve ‘bu hayatımın sonu olacak’ diye düşünmeye başladım. Artık değer görmeyeceğimi, toplumda bir yerim olmayacağını hissediyordum. Bu çok güçlü, negatif bir enerjiydi. Böyle bir düşüncenin üzerimde nasıl bu kadar etkisi olabilirdi ki, ben daha hayatımın yarısına bile ulaşmamıştım!
Ayrıca, hayatım boyunca bedenimin yeterince iyi olmadığına inandırıldığımı fark ettim. Gençken, sık sık vücudunuzun yeterince iyi olmadığını düşünüyorsunuz. Mükemmel göğüslere veya popoya sahip olmadığınıza, yeterince dikkat çekmediğinize inanıyorsunuz ve kilonuzla takıntılı hale geliyorsunuz. Yaşlandıkça da kırışıklıklar bir sorun haline geliyor. Her yaşta kadınlar, yeterince iyi olmadığını, bir şeylerin yanlış olduğunu hissedebilir. Bu durum, dünyada var olabilmek için nasıl görünmeniz gerektiğine dair kendinizi şekillendirmenizde etkin bir rol oynuyor. Ben de düşündüm ki, bu nasıl olabilir? Kendi etrafımızda bu kadar güçlü bir hapishaneyi nasıl kurabiliriz? Kırması çok zor bir zincirdi, ama ben kendimi özgürleştirmeye karar verdim.
‘The Substance’a ilham veren bu hislerin diğer birçok kişinin de yaşadığı şeyler olduğunu düşünüyor musunuz?
Bence etrafımızdaki bakışlar, kadınların kendilerini nasıl gördüklerini şekillendiriyor; bedenimizin nasıl olması gerektiği, neyi temsil ettiği, nasıl kullanıldığı, nasıl aşırı cinselleştirildiği, cinsel bir amacı olup olmadığı, birdenbire yokmuş gibi davranıldığı ve artık var olamıyormuş gibi hissettirmesi anlamında. Bu alt metinler her yerde karşımıza çıkıyor. Her gün, kendilerine yaptıklarından dolayı yargılanan birçok kadın görüyorum: ‘Yüzüne bunu mu yaptırmış, neden yaptırmış ki? Hiç doğal değil.’ Ama bir şey yaptırmazsa da yine yargılanıyor, değil mi? Bu denklemden tek başınıza çıkmanız imkansız, tam bir sosyal yapının içindeyiz. Bu yüzden içimde bu feminist devrimin önemli bir kilometre taşını keşfetme isteği doğdu. Çevremizi sarmalayan bu duvarları kırmamız ve hapishaneden çıkma vaktimiz geldi!
‘The Substance’ filminde Elisabeth’i ilk tanıdığımızda nasıl bir karakter görüyoruz?
Elisabeth, belli bir yaşa ulaştığı için film endüstrisi tarafından dışlanmış bir durumda, artık istediği rolleri alamıyor. Göz önünde kalmanın bir yolu olarak da televizyonda bir egzersiz programında yer alıyor. Aklımda Jane Fonda modeli vardı, o da belli bir yaşı geçtikten sonra aerobik ile şov dünyasında var olma yolunu bulmuştu. Elisabeth’in gençliğini kaybetmenin travmasıyla başa çıkma yöntemi bu program oluyor. Ancak televizyon kanalının yöneticisi, Elisabeth’i bu işten de kovduğunda güçlü bir darbe alıyor. Çok yaşlı olduğuna ve artık ekranda yeri olmadığına inanıyor. Elisabeth hayatının bittiğini hissediyor, tıpkı benim de hayatımın bittiğini düşündüğüm gibi. Sanki etrafındaki her şey ona ‘sen artık bittin’ diyor ve o da var olmayı bırakıyor. Bu durum da Elisabeth’i ‘Substance’ı denemeye itiyor.
Elisabeth rolü için neden Demi Moore’u istediniz?
Demi benim için başlangıçta ulaşılmaz bir hayaldi. Elisabeth’i oynamanın korkutucu olduğunu biliyordum. Demi’nin de bu rolü kabul etmeyeceğini düşünüyordum, çünkü yüzleşmesi oldukça zor bir rolden bahsediyoruz. Nihayetinde, ona senaryoyu gönderdik ve olumlu bir tepki aldık. Aradığım o güçlü işaret buydu işte! Demi, hem bir yıldız hem de temsil ettikleriyle sevilen biri, ancak görünüşüyle de sürekli eleştirilen bir simge. Proje için çalışmaya başlamadan önceki ilk tartışmalarımızda, bana otobiyografisini verdi ve beni çok etkiledi. Düşündüm ki, “Tamam, Elisabeth karakterini mutlaka Demi oynamalı.”
Demi, yaşadıkları, zekası, gücü, hayatındaki olaylarla başa çıkma yöntemleriyle zamanının ötesindeydi. Kariyerinde birçok kritik anda feminist bir duruş sergiliyor. Bir dönem, dünyada en çok kazanan kadın oyuncuydu ve yerini korumak için de mücadele etti. Kadın olarak dünyada yerinizi sorgulatan, toplumdaki yerinizle ilgili birçok zorlu durumla karşılaştı. Bu noktada, diyebilirim ki biz tanıştık ve birbirimize güvenmeye karar verdik. Otobiyografisinde bir cümle var, tam hatırlamıyorum ama şöyle diyor: “Talepkar yönetmenleri seviyorum. Çok spesifikler ve bazen her şey çok zorlaşabiliyor, ama bunun filmin iyiliği için olduğunu biliyorum.”
Demi çok içgüdüsel bir zekaya sahip ve hayatında da risk alan biri. Çok rock, çok punk! Bu filmde de risk aldı. Ben görece yeni bir Fransız yönetmenim, o da bir süredir büyük bir filmde yer almamıştı, bana güvenip filmi Fransa’da çekmeyi kabul etti. Üstelik ABD’deki gibi alışılmış bir şekilde değil. Elisabeth olarak onun varlığı, filmin ihtiyaç duyduğu özgünlüğü sağladı.
Demi Moore ve Margaret Qualley, Elisabeth ve Sue karakterlerinde birlikte nasıl çalıştı?
Bu iki oyuncunun uyum sağlaması, güçlü bir ilişki kurmaları gerekiyordu. Demi’nin içgüdüsel olduğunu söylemiştim, Margaret için de aynı şeyi farklı bir şekilde söyleyebilirim. Margaret çok içgüdüsel bir oyuncu, hayvani bir şekilde hem de! Aşırı doğal, çiğ bir enerjiye sahip. Sevdiği şeyi bulduğunda tüm odağını ona veriyor ve her şeyini ortaya koyuyor. Örneğin, vücudunu şekillendirmek için ağırlık antrenmanlarında çok yoğun çalıştı. Jessica Rabbit tarzı, bebeksi, aşırı seksi bir figür yaratmak istiyordum ve Margaret da bu rolün fiziksel yönünü, role yatırım yapma sürecini çok sevdi.
Her şeyi nasıl çekeceğimi önceden sürekli konuşuyorduk, senaryoda da her şey çok belirgin bir şekilde yazılmıştı. Set için herkesi rahat hissettirecek bir protokolümüz vardı, ama aynı zamanda ikilinin arasında doğal olarak gelişen bir enerji de vardı. Demi ve Margaret arasındaki bu kimya, gerçekleşmeden önce tahmin edilemeyecek türden bir kimyaydı. Ne kadar çalışırsanız çalışın, ne kadar hazırlık yaparsanız yapın; Birlikte çalışacağınız insanlardaki, oyunculardaki ve ekibinizdeki enerji, tamamen kontrol edemeyeceğiniz tek şeydir. Şansımıza, ikisi arasındaki o uyumu sette yakaladık.
Filmde peri masalı motifleriyle, örneğin cadı ya da canavar gibi unsurlarla oynuyorsunuz. ‘The Substance’ için peri masallarından ilham aldınız mı?
Evet, bence peri masalları insanlık tarihinin başlangıcından beri var olan mitler. Maalesef günümüze kadar da pek fazla ilerleyemedik! Bence izlediğimiz ya da okuduğumuz tüm peri masalları veya çizgi filmler, toplumun nasıl örgütlendiğini yansıtan ve düşünme şeklimizi etkileyen bir bakış açısına sahip. Örneğin ‘Külkedisi’nde bir şeye dönüşüp güzelleşirsiniz. Düşüncelerimizin ne kadarının izlediklerimizden, okuduklarımızdan, nasıl yetiştirildiğimizden etkilendiğini görmek oldukça ilginç.
Filmde çok fazla kan ve bol miktarda mizah var. Bunlar neden ‘The Substance’ için önemli?
Mizah, bana göre filmin çok önemli bir parçası, çünkü izleyiciye anlatmak istediğim konuyu eğlenceli bir şekilde sunmak için ideal bir yol. Tür sinemasını kullanmak, benim için her zaman sınırları zorlamak, aşırıya gitmek, hiçbir şeyden çekinmemek anlamına geliyor. Salt biçimde şiddet için şiddet sevmiyorum. Mizahla harmanlanmış bir şiddet yaratmayı tercih ediyorum. Bence, mesajınızı anlatmak ve rahatlığı da beraberinde getirmek için çok iyi bir yöntem.
Çeviri: Sude Ilgın Sak
Röportaj ve Görseller: Mubi Türkiye‘nin izniyle
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> The Substance: Hiç kendinizin daha iyi bir versiyonunu hayal ettiniz mi?