Önümüzdeki ekranlara yansıyan her şey bir şekilde dikkatimizi çekmeye çalışıyor. Her iş acil, her mail önemli ve her haber son dakika. Ancak bütün bu çağrılara rağmen kendimizi daha da az dikkatli hissediyoruz. Çağın vebası olarak görülen dikkat eksikliği ne? Mevcut mu, yoksa bir yanlış anlaşılma mı?
Bilinmeyen bir güç, yaşam standardımızı düşürüyor. Bunu hepiniz fark etmişsinizdir. Çok sevdiğimiz bir programı bile belli bir süre ara vermeden izleyemiyoruz. Ya da önümüzdeki, aslında yarım saatlik ömrü olan bir işi uzun saatlere yaymadan bitiremiyoruz. Veya bir dostumuzun anlattıklarını can kulağıyla dinleyemiyoruz. Yapmaya çalıştığımız her eylem sağı ve solu kontrol etmekle bölünüyor. Tüm konsantrasyonumuzu gerektiren bir iş yapacaksak boğulacak gibi oluyor ve belki de alenen fiziksel bir rahatsızlık veya huzursuzluk duyuyoruz.
Yaşananların hepsi klişe tabirle, çağın vebası olan dikkat sorununa işaret ediyor. Bu sorunu fark edip adını koyduğumuzda ise etkileri daha çok gözümüze batıyor ve bizi rahatsız ediyor. Mecburiyetten kendimizle ya da birbirimizle baş başa kaldığımız bu dönemde, sonuçları daha net bir şekilde önümüze geliyor. Hepimiz dikkat eksikliğinden yakınıyor ve kendimizce nedenlerini bulmaya çalışıyoruz.
Ancak bu sorunun gerçekliği ne? Gerçekten bir dikkat sorunu salgınıyla mı boğuşuyoruz? Hayat kalitemizi düşüren bu etki neden kaynaklanıyor? Ve en önemlisi, ‘dikkat’ dediğimiz şey aslında nedir?
Dikkat sorunu, bizim gündelik hayatlarımızın ötesinde ciddi bir ekonomik başlık. Teknolojiyle ilgili sektörlerden eğitime, reklam ve pazarlamadan sağlığa pek çok alanı ilgilendiren bir konu. Her şeyi optimize etmeye çalıştığımız bu dönemde dikkat ve aralığı hakkında kesin bilgiler edinmek, tüm bu sektörlerin arzusu. Zira bu bilgiler ideal reklam ve içerik üretimine olanak sağlıyor. Aynı şekilde bireylerin optimum dikkat düzeylerinin belirlenmesi, çalışma hayatı için de kritik bir öneme sahip. Her ne kadar bizim ülkemizdeki genel çalışma etiğini bağlamasa da gelişmiş ülkelerde bir öğrencinin ya da çalışanın dağılmadan dikkatini toplayacağı sürenin belirlenmesi, elde edilecek verim açısından gerekli ve insani bir yaklaşım.
Konu üzerinde medyada en çok ses bulan araştırma 2015 yılında Microsoft tarafından yayınlanmış. Kanada’da yürütülen ve 2.000 kişinin katılıp, 112 kişinin de EEG ile beyin aktivitelerinin takip edildiği bu araştırmaya göre insanların dikkat süresi 2000 yılından beri 12 saniyeden sekiz saniyeye düşmüş. Araştırma daha kapsamlı olmakla birlikte genel medya yayınları bunu “Artık balıktan daha kısa bir dikkat süremiz var” diyerek sunmuş. Bugün de kabul ettiğimiz ‘dikkat süremiz azalıyor’ miti başlamış. Tabii bu heyecanlı atlayışa eşlik edenler, sürekli maruz kaldığımız bir sosyal medya ve genel teknoloji eleştirisi olmuş. Cep telefonları yerilmiş, internet kötülenmiş…
Teknolojiye ve yeni iletişim araçlarına olan yergi başka araştırmalarla da destekleniyor. Veriler bir web sayfasını ziyaret süresinin bir dakikadan 10-20 saniyeye indiğini; insanların yüzde 25’inin yakınlarıyla ilgili önemli bilgileri unuttuğunu; yüzde 39’unun ise basit gündelik işlerle ilgili unutkanlık yaşadığını ya da haftalık olarak bir eşyasını unutup kaybettiğini gösteriyor. Bu araştırmalara göre bir çalışan, saat içerisinde 30 kez mail’ini kontrol ediyor ya da ortalama bir insan haftada 1.500 kez telefonunu eline alıyor. Bu etkiyi kendimizde de görebiliyoruz. “Dikkat sorunu” dediğimizde ya da “Bir şeyi bölmeden izleyebilmek” dediğimizde çoğunuzun aklına sürekli kontrol ettiğiniz telefonunuzun geldiğini iddia edebiliriz. Ancak bu o kadar da kesin bir neden değil.
Aynı araştırma bu dikkat süresi kısalığına rağmen multitasking (çoklu görev) yetisinin ciddi bir şekilde artığını da gösteriyor. Yani dikkat süremiz kısalmış gibi görünmekle birlikte, farklı görevleri aynı anda yürütmekte geçmişe göre daha yetenekliyiz. Araştırma bunun yeni medya teknolojilerine karşı geliştirdiğimiz evrimsel bir tepki olabileceğini belirtiyor.
Ancak o da nesi? Biraz didiklediğimizde önemli haber sitelerinin kaynak gösterdiği bu araştırmanın, aslında bilinen bir kurum tarafından yürütülmediğini görüyoruz. Microsoft’un yayınladığı bu rapor Statistic Brain adında bir kuruma dayanıyor. Amerikan Ulusal Biyoteknoloji Bilgileri Merkezi, ABD Tıp Kütüphanesi ya da Associated Press gibi kaynaklardan doğrulanamıyor. Dahası dikkat üzerine yoğunlaşan psikolog ve nörobilimciler de açıklanan sayıları anlamsız buluyor. Dikkat konusunda bu şekilde ölçülecek bir değer bulunmadığını belirtiyor.
YAPILAN BİR ARAŞTIRMAYA GÖRE İNSANLARIN DİKKAT SÜRESİ 2000 YILINDAN BERİ 12 SANİYEDEN SEKİZ SANİYEYE DÜŞMÜŞ.
Neticede kazın ayağında, tekrar bazı perdeler beliriyor. Dikkat, nesnel ya da soyut belli bir bilgiye odaklanırken diğerlerini göz ardı etmeye dayanan davranışsal ya da bilişsel bir süreç. Yani aslında olayı seçicilik. Konunun uzmanları dikkat süresi ya da dikkat aralığı gibi kavramları bu açıdan anlamsız buluyor. Zira hayati bir mesele olduğunda, dikkat eksikliğinden şikâyetçi olmuyoruz. Dikkat, bu açıdan görev tabanlı çalışan bir uygulama. Evrimsel olarak gelişimi de bu yönde.
Beyin, tüm vücudumuz gibi, enerji tasarrufu sağlamak adına az çabayla çok iş yapmaya uğraşan bir organ. Bu nedenle de gerekli gördüğü şeyi tutarken, gereksiz addettiği şeyleri ise bırakıyor. Beynimizin önemsiz gördüğü şeyleri hatırlamıyoruz. Gerekli olmayan yetenekler edinmiyoruz ve en önemlisi gereksiz şeylere dikkat etmiyoruz. Özetle ortada bir dikkat sorunu yok. Beynimizin gereksiz bulduğu şeylere dikkat gösterme sıkıntısı var.
Peki, hırsızın hiç mi suçu yok? Teknolojiyi ya da elimizdeki telefonları hiç mi suçlayamayız? Teknolojinin ilk günahı bizde yarattığı bu dikkat konusundaki suçluluk. Mobil çağ ile daha önce hiç karşılaşmadığımız bir şiddette, bilgi bombardımanına maruz kalıyoruz. Haberler, sosyal medya paylaşımları, içerikler ve reklamlar birbirine giriyor. Biz de aslında sağlıklı bir biçimde bu bilgileri bir süzgeçten geçiriyor ve eliyoruz. Sanki her içeriğe ya da bilgiye dikkat borçluymuşuz gibi hissetmek ve davranmak anlamsız.
İçerik üreticileri de bunun farkında olarak kendilerini geliştirmeye çalışıyor. Daha hızlı ve etkili bir biçimde bilgi aktaracak yöntem arayışına giriyor ve bunları uyguluyor. Benzer bir yaklaşımı sanatla ilgili de görebiliyoruz. Aslında onlarca yıllık geçmişi olan, bir hit şarkının ilk yirmi saniyede kendini dinlettirmesi, bir filmin ilk sahneden ya da açılışta bizi yakalaması gibi zanaat hileleri hep bu yaklaşımın bir sonucu. Dikkatimizi veremediğimiz bir dizi ya da film bizi eksik kılmıyor. Belki de dikkat sınavımızdan geçemediğinden sınıfta kalıyor.
İkinci günah ise dikkatten görece bağımsız olan ‘instant gratification’ (anında tatmin) hadisesi. Teknolojinin getirdiği imkânlarla haz ve tatmin konusunu otomatiğe bağlıyor ve hızlandırıyoruz. Beynimizin kolaya kaçma huyundan bahsetmiştik. Aynı şekilde beynimiz ve buna bağlı olarak da bedenimiz acıdan ya da zorluktan kaçarak hazza ve iyi hissetmeye yöneliyor. Bu nedenle hızla dopamin salgılayabileceğimiz kaynaklara eğiliyoruz. Dikkat eksikliği sandığımız şey aslında başka; haz veren, ya da daha doğru bir tabirle dopamin salgılayacak şeye yönelmemiz olabiliyor. Çoğu zaman eleştirildiği gibi ciddi bir haber yerine komik bir kedi videosuna ilgi göstermemiz bu yaklaşımın bir tezahürü. Aynı şekilde acı haberleri ve gündemi görmezden gelerek beğeni alacağımız bir şekilde kendimizi paylaşmamız da bunun dışavurumu. Yanlış bulabiliriz. Ancak bu, beynimizin binlerce yıllık gelişimine uygun ve doğal bir refleks.
“Bunların hepsi iyi ve güzel. Ancak ben hâlâ ortada bir sorun olduğuna inanıyorum” diyebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Çünkü ortada bir sorun var. Ancak bunun ne kadarı gerçekten bir yetersizliğiniz olmasından, ne kadarı da kendinize karşı duyduğunuz fazla beklentiden kaynaklı bilemeyiz.
BEYNİMİZ, GEREKLİ GÖRDÜĞÜ ŞEYLERİ TUTUYOR. ÖNEMSİZ GÖRDÜĞÜ ŞEYLERİ HATIRLAMIYOR.
Dikkat sorunu denilen şey aslında dikkatten bağımsız farklı psikolojik süreçlerin bir sonucu da olabilir. Örneğin; bir işe başlamakta gösterilen isteksizlik ve bu isteksizlik sonucunda alakasız bir şey izlemeye dalmak ya da telefonu elinize almak da yanlış bir biçimde dikkat eksikliği olarak yorumlanabiliyor. Oysa bu farklı bir sorun olan ‘procrastination’ yani erteleme. Erteleme sorununun çalışma prensibi ise dikkatten bağımsız. Uğraşılmaya çalışılan işin yarattığı gerginlikten dolayı bir kaçış refleksi. Yapılacak işin iyi olmayacağına, tatmin etmeyeceğine olan inancımızla söz konusu işten kaçınıyoruz. Ya da bu işin barındırdığı genel anlamlar, bastırdığımız başka endişe ve kaygılarımıza eşlik ediyor. Örneğin; bir sınava hazırlanırken aslında o sınavı geçemeyeceğimizle ilgili bir kaygı duyuyor ve bunun korkunç sonuçlarını kafamızda farkında olmadan kuruyoruz. Hâliyle sınava çalışmak endişe veren bir eyleme dönüşüyor. Sevgili beynimiz de şefkat dolu bir biçimde bizi bu korkunç durumdan uzaklaştırmak istiyor ve belki de dopamin salgılayabileceğimiz bir eyleme yöneltiyor. Sonucunda kendimizi sınava çalışmak yerine, komik videolar izlerken, bir arkadaşla mesajlaşırken ya da nasıl bir türlü çalışamadığımızla ilgili bir paylaşım yapıp beğeni beklerken buluyoruz. Ancak bu sorun dönüp dolaşıp dikkat eksikliği ya da dağınıklığı olarak yorumlanabiliyor. Neticesinde onun yokluğunda boş duvarı bile izlemeyi tercih edeceğimizi düşünmeden yanımızda duran telefonu suçlayabiliyoruz.
Dikkat aslında eksilmeyen ve kaybetmediğimiz bir şey. Fakat neyin dikkate değer neyin olmadığıyla ilgili yaklaşımımız apayrı bir konu. Sorunun temelinde de bu yatıyor. Dikkat gösteremediğimiz şeylerin aslında bizim için ne kadar önemli olduğunun sorgulanması, her şeyi kendimizden bilip gereksiz yüklendiğimiz bu çağda çok daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Burada kendimize batıracağımız tek çuvaldız, dikkat sorununun ne kadarının dikkat göstermeye çalıştığımız şeyin önemsizliğinden ne kadarının ise anında tatmin açlığımızdan kaynaklandığını ayrıştırmak. Belki de tüm bunlar aslında bizi tatmin etmeyen sohbetlerin, önemsiz bulduğumuz işlerin fark edilmesi için yapılan bir yardım çağrısıdır. Nasıl sosyal medya feed’lerimizde gereksiz içerikleri temizliyorsak, hayatımızda da benzeri bir temizliğe girmemiz, gereksiz şeyleri elememiz gerekiyor. Bunu dikkatin azaldığı değil, dikkatimizin önem kazandığı bir çağ olarak da yorumlayabiliriz. Kapatırken konuyla ilgili tüm yazılar gibi “Umarım buraya kadar dikkatinizi çekmişimdir” esprisi yapmadığım için gurur duyar, dikkatinize sunarım