Dışişleri Bakanlığında sırası ile idari ataşe, yardımcı konsolos ve konsolos olarak uzun yıllar görev yapmış bir diplomat, altı tane kitabı olan araştırmacı bir yazar Erhan Kolbaşı. Görünmeyen, ezoterik, ruhsal ya da öte evrenler dediğimiz şeylerin asıl gerçek olduklarının bilincine ulaşabilmiş akılların merakla izledikleri programların da yapımcısı. Diplomatik düsturu, hitabet kabiliyeti, ses tonu ve konuşma tarzıyla konuya en uzak olanların bile anlayabileceği şekilde işliyor, açıklıyor konularını. Bunlar öyle konular ki; günümüzde artık “Ama neden?” ve “Ya sonra?” sorularını sorabilen insanların tüm sorularına cevap veriyor, korkulan karanlıkları projektörlerle aydınlatıyor. Röportajımızı okuyunca, artık siz de bu konulardan ayrılamayacaksınız, çünkü dünyada yaşanmış ve yaşanacak, başımıza gelmiş ve gelecek olan her şeyin nedenleri, sonuçları işte tam bu konularda. Dalgalarla dolu dünya denizinde yüzerken bir gün herkes bu konuların kapısını çalacak. “Sistem benim yalnız çalışmamı istiyor.” diyor ve başlıyoruz sohbetimize…
Hakiki insana ulaşmak için bilebildiğimiz ve bilmediğimiz sonsuz emek harcanmış, mikronik çalışmalar, denetimler yapılmış. Sizce hakiki insan olmak bu kadar zor mu?
“Hakiki insan”, “kâmil insan” gibi kavramlar aslında oldukça yanlış anlatılan ve yanlış anlaşılan kavramlar. Bu insan modeli; belli aşamaları geçip, belli bir yolculuğu tamamlayıp ulaşılacak bir zirve noktası değil. Neden? Çünkü zirve noktası diye bir şey yok. “77” adlı kitabımda “Heykel” başlıklı bir bölüm yazdım. Orada her kavramın ve her objenin sonsuz, sınırsız bir ideal modelinin, bir ana maketinin bulunduğundan söz etmiştim. Ruhsal bilgilerimize göre, bu orijinal maketlerin, asal formların kaynağı “Yaratıcı”dır. Onun, hiçbir zaman anlayamayacağımız “ilk fikri”, “ilk imajinasyonu”dur. Dolayısıyla, tüm kavramlar, tüm objeler, tüm formlar ve varlıklar aslında bu ana makete benzeme yönünde sonsuz bir ilerleme içindedirler. Adına insan dediğimiz modelin de bir mükemmel versiyonu vardır; ancak, bu versiyon sonsuza kadar ulaşılamayacak bir modeldir, çünkü tekâmül sonsuzdur. Dolayısıyla “hakiki insan” kavramı sabit bir hedef değildir. Bizim için sonsuz ölçüde soyut bir kavramdır. İnsan, hakiki insana doğru yaklaştıkça ya da yaklaştığını düşündükçe, o kavram da uzaklaşır. Yürüdükçe uzayan bir yoldur bu. Bilgi stabil değildir. Belli bir zaman, mekân kesitine ait bilgi bir vasıtadır. Varlığı bir yerden alır, bir yere bırakır. Oradan öteye uzanamaz. Oradan öteye uzanmak için bilginin daha ileri versiyonuna ihtiyacınız vardır. Dolayısıyla, sorunuzda bahsettiğiniz tüm unsurlar, insanı veya daha geniş tanımıyla varlığı bir aşamadan bir üst aşamaya götüren yollardır; ancak, ulaştığımız her aşamada, onun da bir üstü olduğunu göreceğiz. Varlığın tekâmülü ufuk çizgisine doğru ilerlemek gibidir. Siz hep yürürsünüz ama ufuk çizgisi daima aynı yerde uzanır…
Bu durumda; tekâmülümüzü bulunduğumuz gezegen ve galaksi sınır ve şartlarında yapabiliyorsak hakiki, kâmil vb. insan denen şey de, yaşadığımız Dünya gezegeninin evrimini tamamlayarak ancak ulaşabileceğimiz üst sınır olmuyor mu? Zira o ana makete ilerleyebilmek için başka mekânlarda da (başka galaksi, başka gezegenlerde) yaşamamız gerekmeyecek midir, daha üst kabiliyetler kazanabilmek için? Tekâmül bu yüzden ilanihayedir diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Tekâmülün sonu yoktur. Biz Dünya’da ancak bu gezegenin sağladığı tekâmül imkânları çerçevesinde gelişiyoruz. Her gezegenin bir ana öğretim programı var. Burası sadece bir temel eğitim okulu; bize vicdan, sevgi, merhamet, yardımlaşma, tolerans, empati gibi temel değerleri öğreten bir okul; daha üst seviyeli tekâmül okulları için bir egzersiz sahası, bir yetiştirme yeri. Bir müfredat programı mevcut ve bu programın kapsamadığı pek çok unsur var. Burada temel değerlerin uygulaması yapılır. İlköğretim okuluna benzetebiliriz Dünya’yı.. Dünya okulunu bitirdik ve kâmil insan olduk dersek yanılırız. Sadece bu model yönünde bir aşama geçtik diyebiliriz; ama az önce dediğim gibi, hedefe ulaşmak söz konusu değil. Sadece hedef yönünde ilerlemek diyelim. Dünya’ya aktarılan ruhsal bilgiler bize, Dünya Tekâmül Okulu’nun ötesinde sayısız tekâmül sahaları olduğunu söylüyor. Biz burada temel dersleri alıyoruz ama uzmanlaşmalar daha yüksek seviyeli okullarda başlıyor. Bizim fizik bedenden bağımsız bir enerji bedenimiz var. Ölümle birlikte organik bedenimizi terk ediyoruz ama asıl varlığımız yoluna devam ediyor. Bu bir tür bilinç enerjisidir ve sonsuzdur. Burada kendi enerjetik bedenimize şekil veriyoruz, yontuyoruz, daha akışkan hâle getiriyoruz. Böylece enerjetik varlığımız daha ileri tekâmül okullarında deneyim yapmaya uygun hâle geliyor. Farklı boyutlara uyum sağlıyor. Aksi takdirde Dünya gezegeni sonrasına uzanan maceramıza devam edemeyiz.
Hakikisi işte bu “biraz” olmakta. “İyi oldu” denilebilecek insanların bazen en ufak bir etkiye verdikleri tepkiden adeta altınla kaplanmış dış sırlarının dökülüverdiğini görmek üzücü olmuyor mudur?
Üzücü ama bir o kadar da doğal aslında. Hepimiz sivri taraflarımızı törpülemek için buradayız. Bilgiyi elde etmenin tek başına hiçbir anlamı yok. Uygulamak gerek ama “uygulamak” dediğimiz şey ateşten gömlektir. Üstelik “Ben oldum” diyeni daha ağır sınavlara sokar ruhsal sistem.
Ego faktörü burada belirleyici unsur. Ruhsal bilgiyi alırken, olgunlaşırken, egoyu da paralel şekilde ehlileştirmek gerek. Ego sinsidir, iyi gizlenir, ustaca örtünür. Bu işlerin içinde olan insanların alınganlık, öfke, fevri hareketler vs. sergilemeleri; onların olaylara hâlâ duygu bedenleriyle baktıklarını, duygu realitesini aşamadıklarını gösteriyor. Duygu realitesi, bir olay karşısında impulslarını duygusal kalıplardan alır. Akıl düzeyine daha çıkamamış bir realitedir. Aslında insanlığın büyük bölümü duygu realitesini yaşıyor daha. Bunu çoktan aşıp “mental” seviyeye çıkmamız gerekirdi ama ağır gidiyoruz.
Nice spiritüeller görüyorum. Çok süslü laflar ediyorlar; sevgi, tolerans, empati vb. ağızlarından düşmüyor ama egolarına azıcık dokunduğunuzda gerçek yüzlerini ortaya seriyorlar. Anlattıklarını ne yazık ki hiç içselleştirememişler.
Ruhsal bilgiler, insanların günlük yaşamlarında neyi neden yaşadıkları sorusunu aydınlatıyor olmasına ve aslında hayatlarını kolaylaştırıyor olmasına rağmen sizce neden biraz dirençle karşılanıyor? Kınama, yargılama, bu konulardan konuşanları küçümseme vs. anlamında…
Yerleşik sistemin yarattığı bir “zorlama konsensüs” var. Buna göre, insan varlığı bir biyolojik organizmadan ibarettir ve çevresiyle ilgili veri toplama ve nakletme olanakları beş duyuyla sınırlıdır. Deneysel spiritüalizmin ve parapsikolojinin sunduğu sayısız kanıtlar ortada olmasına rağmen bu konular akademik çevrelerin ördüğü kalın duvarı bir türlü delemez. Bu bakış, insanlığa doğru ve rasyonel bir dünya görüşü olarak pompalanmaktadır. İnsanlık buna inandırılmıştır. Ruhsal konulara ve dünya dışı yaşama karşı alaycılık ve küçümseme kesinlikle rastgele bir durum değildir. Planlı ve sistemli bir örtbas mekanizması çalışmaktadır. İnsanların kendi asli potansiyeline ulaşması istenmiyor. Yerleşik sistemin işine gelmiyor, çünkü sistem uyanmış bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda gücü ve kontrolü elinde tutamayacağını düşünüyor. Bunu engellemek üzere, ruhsal konular özellikle sulandırılıyor, kasıtlı olarak dejenere ediliyor; kitlelerin, ruhsallığı şarlatanlık olarak algılaması ve doğru ile yanlışı birbirine karıştırması sağlanıyor.
Oysa artık net olarak biliyoruz ki, insan varlığı fizik bedenin ötesine uzanmaktadır, insanın fizik-ötesi duyuları vardır, görünen ve görünmeyen evrende ruhsal yasalar hâkim ve işler hâldedir. Fizik alem aslında ruhsal alemin bir ürünü, sonucu ve uzantısıdır. Pek çok insan olağan dışı ruhsal deneyimler yaşamakta ve süratle uyanmaktadır. Mızrak artık çuvala sığmıyor.
Herkese ve her olaya tüm bu bilgilerle bakmak, sizi dünyasal ve insani duygu ve durumları yaşamaktan geride tutuyor mu? (İçinizden insana ait bir şey gelir; yapmak, yaşamak istersiniz o an ama kendinizi bilinçli bir şekilde durdurup yaşamamak gibi.)
Aslında olaylara ruhsal gözle bakmak bir süre sonra refleks hâline geliyor. Yani bunu yapmak için kendimi zorlamıyorum ya da baskı altına almıyorum. Kendiliğinden olan bir hâle bürünüyor; ama hayatımı yapay bir ruhsal disiplin içinde yaşamıyorum. Bu “zorlama” bir hâldir. Ruhsallık, yaşamın her unsurunda vardır. Spiritüel kişi şöyle olmalıdır, böyle yaşamalıdır şeklindeki yaklaşımlar bana doğal gelmiyor. Aksine, böyle şablonlar oluşturmak son derece sahte ve gülünç geliyor. Ortalıkta “guru” gibi gezen birisi değilim. Mesela, hard rock dinler, motosiklete binerim, maç seyrederim. Eskiden karikatür çizerdim, sonra bıraktım.
Ruhsal bir bakışa sahip olmak demek, ayakların yerden kesilmesi demek değil. Dünya gezegeninin fizik yasaları var, biyolojik yasaları var. İnsan varlığı fizik ve ruhsal alemin tesirlerini bir ortak alan içinde bulundurma ve kullanma kudretine sahiptir. Bu çok önemli bir özelliktir. İki ayağımız dengeli şekilde yere basmak zorunda.
Dünyada bulunmanın ana amacı tekâmül etmek, daha üst bilinç ve kabiliyet seviyelerine doğru aşama yapmak iken, insanların para kazanma, karın doyurma ve hatta günümüzde artık sadece hayatta kalabilme savaşı içinde olmaları dünya evrim programını geride bırakabiliyor mu?
Dünya evrim programını, kendi kendisini sürekli revize eden bir sistem gibi düşünmek gerek. Yani “dünya okulu” öğrencilerinin ruh ile madde dengesinde, terazinin madde tarafına haddinden fazla kaymaları durumunda, sistem, bireylerin maddeyle aralarına mesafe koyabilmeleri ve tekrar dengeye gelebilmeleri için birtakım mizansenler üretir ve insanları sarsıcı olayların içine sokar. O bakımdan, evrim programının uzun bir süre geride kalması söz konusu olmaz. Bir şekilde halledilir, tekrar rayına sokulur. Şunu da söylemek lazım; ikili bir denge sistemi içinde tekâmül ediyoruz. İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için para da kazanmak, karınlarını da doyurmak zorundalar. Buradaki mesele, bunları yaparken maddi değerleri yaşamın merkezine koymamak. Maddeyle eşkoşmaya başladığımız anda maddeden yayılan tesirlerin egemenliği altına gireriz. Madde, varoluştan getirdiği nitelikleri gereği edilgendir ve cezbeder. Ruhsal enerji ise etkendir. Biz ruh enerjisini maddeye hâkim kılmak zorundayız. Maddenin dizginleri bizim elimizde olmalı ve maddi değerleri ruhsal gelişim için bir araç olarak görmeliyiz. Maddeyle hemhal olurken, maddenin güdümü altına girmeden bunu başarabilmeliyiz… Hayatta kalma mücadelesine gelince; bu çok doğru. İnsanlık “olağanüstü hal” durumuna geçiyor yavaş yavaş. Dış koşullar ağırlaşıyor ve insanı cendereye alıyor. Kozmik devremizin kapanışına doğru bu durum giderek daha da kendisini hissettirecektir. Aslında bu baskın, boğucu tesirler “dünya okulu” öğrencileri olan bizlerin gerçek iç potansiyelimizi ortaya çıkarmamızı sağlamaya yöneliktir. Tıpkı köşeye sıkışmış bir kedi gibi gücümüzü açığa çıkarmamızı istiyor ruhsal sistem. Bir de, bu acımasız yaşam mücadelesi içinde hâlâ pozitif değerlere bağlı kalabilecek miyiz, hâlâ dik durabilecek ve artan dejenerasyona direnebilecek miyiz, buna bakılıyor. Sınanma dediğimiz şey budur. Devre sonu bir ayıklanma sürecidir.
Araştırmacı bir insansınız, sizce İskenderiye Kütüphanesi neden yaktırılmış olabilir?
Bu biraz karışık bir konu ve kütüphane, zannedildiği gibi doğrudan hedef alınıp yakılmamış olabilir. Tarihsel verilerde pek çok çelişki var. Roma işgalinde İskenderiye şehrinde çıkan yangının kütüphaneyi kısmen etkilediği, sayısı neredeyse bir milyona varan el yazmalarının ve kopya parşömenlerin büyük çoğunluğunun ise daha sonraları, uzun bir süreç içinde, inisiyelerin Mısır’dan ayrılmaları ve İskenderiye’nin yavaş yavaş bir ezoterik merkez olma özelliğini kaybetmesiyle çürüdüğü veya ara ara yağmalanarak azaldığı fikri ağırlık kazanıyor.
İskenderiye Kütüphanesi sadece bir yazılı eser arşivi değildi. Aynı zamanda, dönemin astronomi, matematik ve tıp çalışmalarının da ileri düzeyde yapıldığı bir yerdi.
Eğer gerçekten yakıldıysa, ezoterik kaynaklardan gelen bilgilerin siyasi otoriteleri rahatsız etmesinden ve bağnazlıktan dolayı yakılmıştır, çünkü her devrin egemenleri inanç ve bilginin kontrolünü elinde tutarak kitleleri yönetmek ister. Tabii kütüphanenin, Antik Çağ’ın önemli pagan filozoflarının eserlerini barındırması da işgalciler tarafından tehlikeli görülmüş olabilir.
Her ne olursa olsun, büyük bir insanlık mirası kaybolup gitmiştir. İskenderiye Kütüphanesi’nin yarısı dahi bugün elimize ulaşmış olsaydı, Dünya’nın gerçek tarihi ve bilhassa Mu ve Atlantis devri hakkında paha biçilmez bilgiler elimizde olacaktı. Bu bilgilerin yok oluşu, Dünya’nın kadim bilgelikle açık bağını koparmıştır ancak, kapalı bağlantı Tibetli rahiplerce devam ettirilmektedir. Pek çok eserin kopyasının bazı inisiyatik merkezlerde hâlâ saklandığını düşünüyorum.
Mutlu musunuz?
Sanırım mutluyum, çünkü mutluluk arayışında değilim. Hedefim, yaşam planımı mümkün olabildiği ölçüde gerçekleştirebilmek. Bu bana tamamlanmışlık duygusu verir. Dünyevi anlamda mutluluk ise egonun isteklerinin geçici olarak tatmininden ibaret.
Şu kalem, şu sehpa, şu sürahi bile uzayda durduğu için, her şey ve tabii ki herkes aslında uzaylı olduğu halde sizce insanlar uzaylı kelimesine neden bu kadar uzaklar? Bunun idrakinde zorlanma sebebi sizce neler olabilir?
Dediğim gibi, dünya görüşümüz hep lokal sınırlar içinde tutulmuş. Onun ötesine taşmak sanırım ürkütüyor insanları. Varoluşu bir bütün olarak görmekte zorlanıyoruz. “Onlar ve biz” ayrımı buradan başlıyor. Bu da zenofobik bir kültürel iklim yaratıyor.
“Biz Dünyalıyız. Bizden olmayan uzaylıdır.” anlayışı, kendi lokal sorunlarımıza haddinden fazla odaklanmakla da ilgili. Gözler o derece dünyanın sığ çekişmelerine odaklı ki, kendimizi sanki başka bir evrende zannediyoruz. Evren sayısız uygarlığa ev sahipliği yapan dev bir yapı ve biz bu organizasyonun bir parçasıyız. Evreni dev bir orkestraya benzetebiliriz. Her varlık sistemi, kendi enstrümanıyla, çalmakta olan esere katkı yapıyor. Dünya gezegeninin de bu bütünlük içinde önemli bir rolü var; fakat olan bitenin farkında değiliz. Diyelim ki piyanonun başında biz Dünyalılar varız. Dünya insanlığı, hangi tuşun daha üstün olduğunun kavgasına girmiş birbirini yerken, aslında piyanodan çıkan sesin devasa evren orkestrasının başyapıtına katkı verdiğinin ayırdında değil ne yazık ki.
İşin bir de şu kısmı var. Ruhun gezegeni olmaz. Ruh, kâinat ötesi bir cevherdir. Hepimiz aynı bütünlükten çıkıp evrene yayılmış varlıklarız. Sadece bunu düşündüğümüzde bile “uzaylı ve uzaylı olmayan” ayrımının ne kadar yersiz olduğu anlaşılır. Bir gün, evrenin farklı yerlerindeki varlıkların enkarnasyon yoluyla farklı gezegenlerde bedenlenebildikleri de anlaşıldığında bu lokal bakış altüst olacaktır.
Yine araştırmacı karakteriniz ve sahibi olduğunuz bilgiler ışığında; sizce başta Mısır piramitlerini ve Karnak Tapınağı dâhil diğer tüm o hâlâ ve henüz nasıl olduğunu bilemediğimiz yapılar dünyasal bir teknoloji, plan ve kuvvet içeriyor mu?
Dünyasal teknoloji, kuvvet ve plan denildiğinde hep aklımıza Dünya’nın mevcut imkânları ve kapasitesi geliyor. Takvimde geçmişe doğru hareket ettiğimizde, bilgi ve teknolojinin de aynı oranda gerilediğini düşünüyoruz. Bu 10 ila 12 bin yıl geriye kadar geçerli olabilir; ama takvimde biraz daha geriye yolculuk yaptığımızda işler tamamen değişiyor. O noktadan itibaren, Dünya’nın geçmiş Atlantis ve Mu devresinden kalan dev bir teknoloji mirasının kalıntılarıyla karşılaşıyoruz. Atlantis ve Mu’nun okyanusun derinliklerine gömülerek tarih sahnesinden çekildikleri son tufandan önce halkın bir bölümü, hem tufandan kurtulmak hem de o devrin kadim bilgilerini başka coğrafyalarda muhafaza etmek üzere, Mısır, Tibet, Babil, Hindistan, Meksika ve Anadolu’ya göç ederek koloniler kurdular. Ana kıtalardan uzaklaşmaları sebebiyle eski imkânları ellerinde kalmamasına rağmen, Atlantis ve Mu bilgeliğinin kırıntıları dahi, bugünkü teknolojimizle yapılması neredeyse imkânsız olan dev anıtlar, muazzam eserler ortaya koymalarına yetti. Kadim bilgeliklerini bu anıtlara işlediler, yerel halkları da eğittiler. Bu aslında bir çeşit ruhsal teknoloji de içeriyordu. Örneğin; o dev kayaların, taşların işlenmesi, taşınması ve yukarıya kaldırılması “akustik levitasyon” denilen, basit ses teknolojileriyle gerçekleştirildi. Atlantis ve Mu’da maddeye hâkimiyet bugüne göre çok daha ileriydi ve bizim henüz keşfedemediğimiz bazı ileri fizik yasalarını biliyor ve kullanıyorlardı.
İnsan sizce bir proje mi?
Evet. İnsan, Yaratıcı kudretin evrenin en alt, en katı, en karanlık boyutlarından; en üst, en akışkan boyutlarına kadar yayılabilmesi ve evrendeki varlık ve madde sistemlerinin devasa bir organizasyon halinde idaresinin sağlanması için meydana getirilmiş, eşi benzeri olmayan, muazzam bir projedir. Projedir, çünkü tasarımı, planı, amacı, hedefi, fonksiyonu vardır. Projedir, çünkü bir prodüksiyondur. Tabii prodüksiyon derken organik bedenden bahsediyorum. Ruhun meydana getirilişi tanrısal bir tasarruf ve bunun ne şekilde gerçekleştiğini kavrayabilecek durumda değiliz.
Star Wars filminde bir sahnede bütün değişik formlardaki galaktik varlıklar bir mecliste toplanmışlar, cumhuriyet adına ortak kararlar almak için konuşuyorlardı. Sizce henüz insanlar dahi kendi aralarında birleşememişken, insanoğlunun bir gün diğer evrensel varlıklarla kavuşması, birleşmesi başarılabilecek mi?
Bu bir süreçtir. Bizimle aynı tekâmül seviyesinde olan her gezegen bu yollardan geçmiştir, geçecektir. Nedir bu yol? Bütünselliği anlamak. Nasıl? Önce zıddını deneyimleyerek. Yani Dünya gezegeni, ideolojik, ırksal, sosyolojik, kültürel vb. bölünmüşlükleri deneyimleyerek, bu ayrımların anlamsızlığını kavramak durumundadır. İnsanlığın galaktik bir anlayışa ulaşması süreci çok uzun, çok zorlu ve çok dikenli bir yoldur. Dünya insanlığı olarak yaşadığımız her olumsuzluk, her savaş, her çatışma, her fikir ayrılığı aslında beşeriyeti belli bir farkındalığa ve ortak alan kurmaya teşvik eden uyaranlar. Henüz bunların en ağır sonuçlarıyla karşılaşmadık. Açık konuşmak gerekirse, Dünya insanlığı bu bölünmüşlüğün çok vahim sonuçlarıyla karşılaştıktan ve bedel ödedikten sonra belli bir ortak anlayış noktasına gelecektir. Coğrafi bir değişim süreci de geçireceğiz. Ancak bunların ardından galaktik topluma katılabilmemizin söz konusu olabileceğini düşünüyorum.
Evrilme, bilinçlenme hızımız hakkında ne söyleyebilirsiniz? Öğrendiklerimizi de mütemadiyen unutan varlıklar olduğumuzu hesaba katarsak sizce ışık hızıyla ilerliyor muyuz, yoksa hep patinaj mı çekiyoruz?
Şurası bir gerçek ki, Dünya gezegeni ışık hızıyla gelişme yeri değil. Burada maddenin baskısı, egemenliği yüksek seviyede olduğu için gelişim kesintilerle meydana gelir. Yani tekâmül lineer bir hat izlemez. Varlıklar sağa sola sapar, yanlış yola girer, orayı deneyimler, hatasını görür ve tekrar ana yola girer, ayağı takılır, duraksar, dinlenir vs. Yaşadığımız olaylar bizi daimi bir öğrenim süreci içinde tutuyor ama öğrenme prosesi burada “tekrarlı” bir formatta gerçekleşiyor. Bunun anlamı; belli bir bilgiyi hazmedebilmemiz, bünyemize katabilmemiz, yani idrak haline geçirebilmemiz için aynı olayın tekrar tekrar karşımıza çıkarılmasıdır. İdrak gerçekleştiğinde o olay geriye çekilir ve alanımızdan uzaklaşır. Dünya tekâmül sistemi “zıddını” deneyimleyerek öğrenme yeridir. Doğrudan öğrenme kavramı burada pek işlemez. Dolaylı öğreniriz. Bir eylemimizin çeşitli sonuçlarıyla karşılaşır, onun bileşkesini zaman içinde kavrayarak bilgiye ve idrake dönüştürürüz. Dolayısıyla Dünya aslında dev bir buz pateni pistidir. Kısacası, patinaj yapa yapa dik durabilmeyi öğrenme yeridir.
İnsana güvenir misiniz?
Dünya insanı, duygu realitesinin üzerine henüz çıkamamış bir varlıktır. Dolayısıyla insanlar olayları mental filtreden geçirmeden, yani yüksek akıl süzgecine tabi tutmadan, doğrudan duygu seviyesinden ele alıyorlar. Duygusallık, dengesizlik ve aşırı irrasyonellik yaratıyor. Nefsaniyet, alınganlık, günlük duygusal değişimler vs. insanı tam bir tutarlılıktan uzaklaştırıyor. Ayrıca insanların şuuraltları çok fazla tortuyla ve olumsuz deneyimlerle dolu olduğu için olaylara şuuraltının baskısıyla, yanlış tepkiler verebiliyorlar. Bu yüzden ummadığınız insanlarda çok şaşırtıcı ve ani davranış değişiklikleri gözlemleyebiliyorsunuz. Bu bakımdan “güven” meselesi insanlık için henüz kök salmış bir durum değil. Her ne kadar insana güven duymaya çabalasam da, zaman içinde duygusal reaksiyonlardan kaynaklanan olumsuzluklar yüzeye çıkıyor; fakat bunları gayet doğal görüyorum. Hepimiz bu zaaflarımızı törpülemek için buraya enkarne olduk. Güven duyup duymamaktan ziyade, insanlara ne kadar empatiyle bakabildiğimiz önemli.
Hep değişik bir çocuktum, yıldızlara bakıp yuva özlemi çekerdim ben ama kardeşimi çok genç yaşında trafik kazasında kaybetmek, beni ona ulaşma çabamla Shirley MacLaine kitaplarına ve Akaşa yayınlarına yönetti mesela. Yani kardeşimin gidişi benim kırılma anımdır. Siz çok uzun yıllar yurt dışında diplomatik bir görevdeydiniz, ciddi bir iş hayatınız mevcuttu. Sizi oralardan bu konulara getiren ne oldu? Kırılma anınız nedir?
Aslında benim bir kırılma anım yok diyebilirim. Kendimi hatırladığım andan itibaren bu konulara merakım var. İlkokulda arkadaşlarım çizgi roman okurken ben Erich von Daniken, Peter Kolossimo okurdum. Sonra bu ilgi, araştırmacı bir kişiliğe evrildi. Daha da derinlere daldım. Dışişleri Bakanlığındaki yirmi beş yıllık diplomatik görevim, bu konuda Türkiye dışındaki gelişmeleri yakından araştırmam için bana çok avantaj sağladı. Ankara’daki ilk yıllarımda hafta sonlarımı ruhsal derneklerde geçirirdim ama devlet memuru olduğum için ön plana hiç çıkmazdım. Sonra yurt dışı görevleri başladı. Pek çok değerli araştırmacı tanıdım, bilgi paylaşımı yaptık. Aklımda hep erken emekli olup kitap yazmak ve birikimimi paylaşmak vardı. Sonrası malum.
Bile bile karma yaratmaktan kaçınır mısınız, yoksa “Benim bunu yaşamam lazım.” deyip sonuçlarıyla yaşamayı mı göze alırsınız?
Karma yaratan unsur, niyettir. Yani bilerek, şuurlu, kasıtlı şekilde yapılan eylemdir. Farkında olmadan yaptıklarımız “karma” değil, “sebep-sonuç yasası” ya da “nedensellik ilkesi” çerçevesinde bir “sonuç” yaratır. Bu başka bir şeydir. Kimseyi üzmemeye çalışıyorum ama bazen karşınızdaki insanın beklentisi farklı olabiliyor ve bunu anlayamadığınızdan üzülüyor. Elimden geldiğince, vicdani sorumluluk yaratacak her şeyden kaçınmaya çalışıyorum; fakat biz buraya deneyimlerden kaçmaya gelmedik. Karma yaratmayayım diye inzivaya çekilenler var. Bu doğru bir gelişim yolu değildir. İç sesim “Sen yap şunu, buradaki deneyimi yaşaman lazım.” derse de gözümü kırpmadan yaparım. O sesin beni yanıltmayacağını bilirim. Çekinmem, çünkü niyetim daima pozitiftir. Biz dünyaya keyif için gelmedik. Biz buraya olaylar yaratmaya da gelmedik. Biz, zorlu olayların içinde yaşayarak, dayanma gücümüzü ve adaptasyon kudretimizi artırmaya geldik.
Tüm bu bilgilerin çocuklara, onlar henüz kirlenmeden, ufakken, belki mini hikâyemsi kitap ve çizimlerle, oyunlarla ya da ana ders olarak verilmesi vs. özel yaşantılarda ve dünyada her şey olup bittikten sonra bunların yıkımlarıyla uğraşmaktan daha kolay, kökten ve etkili olur bence. Sizin bu konudaki fikriniz nedir?
Şu an için ne yazık ki ütopik ama dünya bunların gerçekleşeceği günleri de görecektir. Yerleşik sistemin hiç hoşuna gitmeyecek işler tabii.. Dünyadaki sistemler; kontrol edebilecekleri, magazinle ve futbolla oyalayabilecekleri, sığ ve maddi değerlere tapan insanlar ister. Bunlar ancak büyük bir dünya devrimi meydana gelirse olabilir. Açık konuşayım. Biz çocuklara bu tür bir eğitim vermeye kalksak kendimizi nerede buluruz bilemiyorum. Dolayısıyla resmî bir yapının içinde bunları yapabileceğimizi düşünmek maalesef pek rasyonel değil. Yapılabilecek şey, ebeveynleri eğitmek ve onlar aracılığıyla bu bilgilerin ev ortamında çocuklara aktarılmasını, böylece çocukların yüksek bilinç ikliminde büyümesini sağlamaktır. Ben de zaten bunu yazarak, anlatarak, programlar yaparak realize etmeye çalışıyorum; fakat aile yapıları, dünya görüşleri, bu konulara hangi gözle bakıldığı da malum. Kolay işler değil.
Neleri affetmezsiniz ya da kimseyle bir karmanız kalmasın diye her şeyi affeder misiniz?
Her şeyi affetmeyi öğretti hayat bana. Acıyla da öğretti, ruhsal bilgiyle de.. Varoluşun ilkelerini kavradığınızda ve Dünya Tekâmül Okulu’nda yaşanan olayların, sıkıntıların, acıların, çekişmelerin vs. hepsinin birer mizansenden ibaret olduğunu anladığınızda, kin duyma gibi hisler otomatikman ortadan kayboluyor. Kendinizi zorlasanız da kin duyamıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, bizi öfkelendiren kişi ya da olaylar tesadüf eseri karşımıza çıkmıyor. Bunların hepsi gelişimimiz için kendimizin cezbettiği kişiler ve olaylardır. Olayları biz çekeriz. Olaylar zayıf taraflarımıza vurur. “Bak senin bu noktada zaafın var.” der. Hep söylüyorum. Kim ne haldeyse kendisinden dolayıdır. Bunun idrakine varınca kızacak bir şey de kalmıyor. Sadece sistemin muazzam işleyişini temaşa ediyorsunuz.
Bazı insanlar bu konuları en doğal şekilde zaten biliyor. Bazıları ancak ispatlarla ve kendileri deneyimleyerek o biliş haline geçebiliyor. Bazıları ise her şey ispatlı ve apaçık ortadayken dahi ne inanıyor ne de anlayabiliyor. Sizce bu fark neden kaynaklanıyor?
Bu temel olarak sağ beyin ile sol beyin meselesine dayanıyor. Yani insanların bir bölümünde sezgisel sağ beyin daha aktiften, bir kısım insanda da analitik sol beyin baskındır. Bunlar tabii kişinin enkarnasyon planıyla bağlantılı hususlardır. Analitik beyne sahip olanlar mutlaka kanıt isterler. Bu çok doğaldır ve dünyanın dengeli gelişimi için şarttır. Herkesin sağ beyinli, yani sezgisel ve sadece duygusal zekâya sahip olduğu bir dünya düşünün. Bu dünya ozanlarla, ressamlarla, şifacılarla dolu bir dünya olur ama hiçbir teknolojik gelişim olmaz. Oysa tekâmül için maddi imkânların da çeşitlenmesi gerekiyor. Gelişimin, ruh ve madde dengesi kapsamında paralel yürümesi gerekiyor; fakat şu da var: Analitik, mantıksal şüpheci dediğimiz bazı insanlar ruhsal ilkelere öylesine uygun davranışlar sergiliyorlar ki, spiritüel dediğimiz insanlarda bile bunu göremiyoruz. Yani mesele inanmak ya da inanmamak değil. Ruhsal sistem burada ne yaptığımıza bakıyor. Saatlerce mum yakıp meditasyon yapmak değil mesele. Birilerine el uzatmaktır ruhsallık.
Dünyada bir sevdiğinin ölümü bir insanı en çok üzen şey. Bilgiye rağmen dayanması kolay değil, aşk gibi aşırı güçlü bir duygu. Bazen yaşanmaması gerekmesine ve yine bilgiye rağmen insanlar engel olamıyorlar ne üzüntülerine ne de aşk gibi bu çok güçlü duygulara. Şu insan halimizle sizce bu çok güçlü duygularla nasıl başa çıkabiliriz?
Güçlü duygular, beşer deneyiminin en temel unsurları aslında. Her olay, içinde bir bilgi taşır ve bizim o bilgiyi alabilmemizin yolu önce duygu olarak yaşayıp sonra onu bilgiye, idrake çevirmektir. Buradaki mesele o duyguları yaşamaktan kaçmak değil. Bunları yaşamak son derece doğaldır. Mesele, o duygunun içinde sürüklenip gitmemektir. Örneğin; öfke de bir duygudur. Öfkelenebilirsiniz, son derece insanidir; ancak, oradaki duyguyu hemen fark edip o öfke duygusunun içinden hemen çıkabilme esnekliğini gösterebilmek gerek.
Yakınlarımızın kaybı ağırdır. Kaçılacak bir duygu değildir. Aksine o duygunun içine iyice girip acıyı, matemi dibine kadar yaşayarak o duygunun ağırlığını hafifletebiliriz. Ondan sonraki adım bilgi aşamasıdır. O duygunun merkezine girip yaşadıktan sonra, onun yerine gerçek ruhsal bilgiyi koyduğunuz anda artık kontrol duyguda değil, sizdedir. Dizginleri siz alırsınız. Aksi takdirde duygu sizi nereye sürüklerse, tıpkı dalgaların arasındaki bir tahta parçası gibi gider o kıyıya vurursunuz. Kısacası, buradaki kritik nokta duygudan kaçmak değil, içine girmek, deneyimlemek ve direksiyonu asla bırakmamaktır.
Bilgiyi bilmekle uygulayabilmek çok farklı şeyler. Siz kendinizi bu konuda başarılı buluyor musunuz?
Kısmen başarılıyım, kısmen de değilim. Ne kadar bilsem de, duyguyla sürüklenip gittiğim oldu, oluyor; ama kendimi gözlemliyorum, halletmeye çalışıyorum. Genel olarak sakin biri olsam da patlama yaşadığım zamanlar oluyor. Tam o noktada dışarıdan kendimi objektif bir şekilde gözlemlemem gerektiğini biliyorum ama bazen yapamıyorum. Yapamayınca da aynı olay defalarca başıma geliyor. Ta ki idrak edene kadar. Daha yolum var.
Sizce bir insan, alıp geldiği programını tamamlayamadan geri dönebilir mi, bu şekilde nice enkarnasyonlarını ziyan edebilir mi?
Dünya insanlarının büyük çoğunluğu zaten yaşam programlarını tamamlayamadan tekrar spatyoma, yani fizik ötesi âleme dönüyorlar. Tekrarlı enkarnasyonlar bu yüzden var; ama enkarnasyon ziyan olur diyemeyiz, çünkü belli bir enkarnasyonda şuur sahanıza ne katabiliyorsanız o sizin kazancınızdır. Zaten her enkarnasyondan aynı verimi almamız mümkün değildir. Dünya’nın fizik yasaları, biyolojik yasalar, bedene bağlanak daralan şuur, saptırıcı tesirler vb. sayısız handikap vardır. Bu bakımdan planların, programların, doğmadan önce tasarlandığı şekliyle yerine getirilmesi öyle kolay kolay olacak bir iş değildir. Yüzde 50’si tamamlandıysa başarı addedilir.
Sizce insanlar, ruhsal bilinçleri yüksek varlıklar olabilseler ve doğru yaşayabilseler, dünyada bunca fabrika, gökdelen, sanayi, tüketim vs. azalır, hatta durur muydu?
Ruhsal bilincin kolektif olarak belli bir noktaya gelmesi için insanlık her türlü realiteyi yaşamak zorundadır. Dünya tekâmül sistemi her kavramı zıddıyla öğrenmeye dayalıdır. İnsan varlığı yaptığı eylemin sonucuyla karşılaşmadan öğrenemez. Izdırapsız öğrenemiyoruz. “Beyaz”ın ne olduğunu kavrayabilmemiz için “siyah”la sınava sokulan varlıklarız. Eğitim sistemi böyle. Örneğin doğanın; kirletilmemesi ve uyumlu yaşanması gereken, canlı bir organizma olduğunu öğrenmek için insanlık bir süre doğayı kirletecek, türleri yok edecek ve bunun sonuçlarıyla yüz yüze gelecektir. Aşırı tüketimin ağır sonuçlarıyla karşılaşıncaya kadar bilinçsizce tüketecektir. Dolayısıyla fabrika, gökdelen, sanayi, tüketim realitelerini de yaşamadan belli bir bilinç noktasına gelemeyecektir. O noktadan sonra ise doğaya dönüş ve temiz teknolojilerin kullanımı başlayacaktır.
Sizin hiç alıkonulma, araca binme, dünyada ya da astralde dünya dışı canlılarla iletişim kurma, görüşme, konuşma, telepatik iletişim ve türevi deneyimleriniz oldu mu?
Sadece çocukluk dönemimden hatırladığım birkaç flu sahne var. Dışarıdan bana Dünya’nın izletildiği sahneler. Onun dışında, seanslar sırasında bazı iletişim durumları oldu; ama ben çalışmalarda çok kuşkucuyumdur. Bilgileri birkaç kanaldan teyit etmeden güvenmem.
John F. Kennedy ve Marilyn Monroe’nun ölümlerinde dünya dışı varlıkları bilmeleri gibi nedenler var mıydı?
Vardı ama tek sebep değildi. Kennedy, Sovyetlerle uzay araştırmaları konusunda iş birliğine gitmek istiyordu. Bu konuda girişimde de bulunmuş, Sovyet tarafından olumlu sinyaller almıştı. Bu gelişme, ABD derin devletini rahatsız ediyordu, çünkü böyle bir iş birliği UFO’lar konusundaki bilgi alışverişini de kapsayacaktı. Derin devlet, eldeki bilgi ve dünya dışı materyalin sadece ABD’nin denetiminde kalmasını istiyor ve power politics (güç siyaseti) doktrini çerçevesinde bunu Soğuk Savaş döneminde avantaja çevirmeyi planlıyordu.
Kennedy’nin, başkanlık görevi sırasında Florida’da bir askeri üsse götürülerek, bir dünya dışı varlığın cesedinin kendisine gösterildiği de ABD’de ciddi tanıklar tarafından çok dile getirilen bir öyküdür. Muhtemelen Sovyetlerle bir iş birliğine girme düşüncesi de o noktada belirmiştir, çünkü Kennedy vizyoner bir başkandı ve bu durumun milletlerarası koordinasyonla ele alınması gerektiğini düşünmüştü. Kennedy, Eisenhower’dan görevi devralırken ABD derin devletinin, ABD anayasasına aykırı şekilde, devlet içinde bağımsız bir gizli yapı oluşturmakta olduğu bilgisi de kendisine aktarılmıştı. Kennedy başkanlık koltuğuna oturduktan sonra bu yapının üzerine kararlı şekilde gitmeye başladı; ancak, bu tutumu bazı çevrelerde büyük bir rahatsızlık yaratıyordu.
Özel yaşamında Marilyn Monroe ile olan yakın ilişkisi esnasında dünya dışı varlıklara dair bilginin Monroe tarafından öğrenildiği ve ağzı pek de sıkı olmayan yıldızın 1962’de intihar süsü verilerek CIA tarafından öldürüldüğü de ciddiye alınması gereken bir iddiadır. Zaten derin devlet yapısı tarafından sürekli bir tehdit olarak görülen Kennedy’nin öldürülmesi ise daha ziyade derin yapıya karşı verdiği mücadeleyle bağlantılıdır. UFO meselesindeki bilgisini dünya kamuoyuyla paylaşması riskinin de, kendisi için verilen suikast kararını iyice perçinlendiği anlaşılıyor.
Hitlerin dünya dışı varlıkları araştırdığı, UFO yaptığı, onlardan bilgi aldığı gibi görüşler sizce doğru mu ya da aslı ne olabilir?
1919’da Alman Gizli Cemiyetleri, Maria Orsic aracılığıyla, otomatik yazı medyumluğu denilen yöntemle bazı çizimler alıyorlar. Bu çizimlerde ileri bir manyetik teknolojiyle çalışan, disk şeklinde bir aracın nasıl üretileceği yer alıyor. Ardından bunlar Thule isimli ezoterik bir örgütün eline geçiyor. Thule Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın en güçlü gizli cemiyeti konumunda. Thule, bilim insanlarını topluyor ve taslaklar üzerinde çalışmaya başlıyorlar. Thyssen, Krupp, Frick gibi dev Alman şirketlerinin mühendisleri de işin içine giriyor. 1920’ler bu çalışmaların geliştirilmesiyle geçiyor.
Bu sırada Alman Gizli Cemiyetleri, Orsic’le beraber Alman yapımı UFO’lar üretmede önemli bir aşamaya gelmiş olduklarından Hitler’i bu programın daha da geliştirilmesi için zorlamaya başlıyorlar. Fon talep ediyorlar. Bu sırada Heinrich Himmler’in başında olduğu SS örgütü silahlandırılmış UFO’lar istiyor. İlk aşamada, prototip UFO, Almanya’nın Hauneburg şehrinde üretiliyor ve adı bu yüzden Haunebu oluyor. Üretimi yapan şirket Dornier, uzun yıllar sonra Airbus şirketine dönüşüyor. 1939’dan itibaren Almanlar Vril-1, Vril-2 isimleriyle sürekli yeni modelleri geliştiriyorlar. Takyonatör adını verdikleri bir tür elektromanyetik anti-gravite motoru kullanıyorlar.
İkinci Dünya Savaşı’nda bunlar müttefiklere karşı kullanılamıyor, çünkü Hitler’in siyasetine ve savaş planlarına karşı çıkan Alman Gizli Cemiyetleri bunu reddediyorlar. Hitler buna çok öfkeleniyor. Nihayetinde, bu çalışmalar Hitler’den kaçırılarak Antarktika’ya taşınıyor ve o dönemden sonra Alman gizli UFO programından haber alınamıyor. Bu konu özetle bu şekildedir.
En büyük hayalleriniz neler? Hem dünyasal hem evrensel hem spiritüel olarak…
Hayalim dünya insanlığının galaktik topluma katılmasıdır. İnsanlığın artık karanlık etkilerden kurtularak uyanması ve asıl ruhsal potansiyeline yükselmesidir. Dünya’nın yeni bir kozmik devreye yepyeni bir bilinçle, tertemiz bir doğayla, barış duygusuyla girmesidir. Herkesin uzaya açılabilmesidir. İnsanlığın lokal bilinçten evrensel bilince doğru genişlemesidir.
En az kırk yıldır, insanın biyolojik bedenden ibaret olmadığını, asıl varlığımızın ruhumuz olduğunu, ölüm diye bir şey olmadığını, ölümden sonra bilincimizin sonsuza dek devam ettiğini anlatmaya çabalıyorum. Bir gün tüm bunların insanlık tarafından ortak şekilde kabul edildiğini görebilmeyi bekliyorum.
Metafizik istihbarat, önemi ve amacı nedir? Yapan ülkeler var mıdır? Bizde de olması için neler yapılmalıdır? Kimlerle sağlanabilir?
Metafizik istihbarat; ülkelerin askeri ya da sivil istihbarat kuruluşlarının fiziken giremedikleri, diğer ülkelere ait tesisleri veya stratejik lokasyonları özel psişik yetenekleri olan kişiler yani durugörürler vasıtasıyla araştırmaları ve buralar hakkında veri toplamalarıdır. Durugörür kişi kendisine verilen hedefe odaklanır, şuur projeksiyonu yoluyla, yani fizik duyulara dayalı olmayan, tamamen fizik ötesi duyularıyla hedefi tarar, bilgileri alır ve raporlar. Bu tür operasyonlarda genellikle birkaç psişik aynı anda kullanılır fakat birbirlerinden haberdar olmazlar. Bundaki amaç, örneğin üç psişiğin gördüklerinin birbirini doğrulayıp doğrulamayacağına bakmaktır.
Metafizik istihbarat giderek önem kazanıyor, çünkü devletler tehdit olarak gördükleri diğer devletlerin en gizli sırlarına bu şekilde ulaşabiliyorlar. Casuslarını fiziken sokabilme imkânı bulamadıkları yerleri gözlemleyebiliyorlar. Örneğin; bir yer altı tesisini uyduyla görebilme imkânı yoksa, orayı bir psişik aracılığıyla araştırıyorlar.
Ruslar metafizik istihbaratta hep öncü olmuşlardır. Çok iyi psişikler yetiştirmişler ve bunları KGB emrine vermişlerdir. ABD bu yarışta geç kaldığını anlayınca, özellikle 80’li yıllarda SRI (Stanford Research Institute) dahilindeki araştırma çalışmalarıyla arayı kapatmaya çalışmıştır. İngiltere’de de çalışmalar var. Yetenekli kişileri küresel düzeyde takip ediyor ve teklif götürüyorlar. Pek çok ülke eminim ki bu konuda çalışmalar yapıyor ama çok yüksek gizlilik içinde yürütüldüğü için hepsini bilebilme olanağımız elbette yok. Türkiye’nin de bu konuda araştırmalar yaptığını zannediyorum; ancak bu konular devlet sırrı kapsamına giriyor. Bu bakımdan fazla bir şey söyleyemeyeceğim.
Bugün uyudunuz ve 2800 yılında uyandınız. Tarihe baktınız ve önünüzde bir laptop var. Google’da ilk neyi ararsınız? İlk merak edeceğiniz şey ne olur?
2800 yılında Google hâlâ duruyorsa sanırım önce güncel dünya haritasına bakarım. Harita bana pek çok şey söyleyecektir. Dünya’nın coğrafi durumu değişmiş mi? Karalar ve denizlerde değişiklik var mı? Dünya ekseni kaymış mı? Kaydıysa, olası yeni ekvator nerelerden geçiyor? Kutuplar aynı yerde mi? Ülkelerin sınırları ne durumda? Ülke isimleri aynı mı? Önce bu sorularıma cevap ararım. Detaylara sonra geçerim diye düşünüyorum.