OKUYUN VE SEVİŞİN

okuyun-ve-sevisin

“Grinin Elli Tonu”yla başlayan erotik kitap furyası, son hızla devam ediyor. Ateşli seks sahneleriyle dolu, bolca cinsellik ve şehvet vadeden bu kitapları merakla okurken “Peki ama benim seks hayatım neden bu kadar renkli değil?” diye düşündünüz mü hiç?

Çamaşırını indirdiği an aletini elime aldım ve dudaklarımı geniş tepesinin üstünde gezdirmeye başladım. Göz göze geldik ve ben biraz daha derine aldım aletini” diye yazıyor Sylvia Day, Crossfire serisinin ikinci kitabı, “Sende Kendimi Buldum”da. Son zamanlarda “çok satanlar” listesinin en üst sıralarını işgal eden E.L. James’in “Grinin Elli Tonu” üçlemesi, Sylvia Day’in “Sana Soyundum” la başlayıp Haziran 2013’te çıkacak olan “Sana Bağlandım”la tamamlanacak üçlemesi ve Pegasus Yayınları’ndan çıkan Vina Jackson’un Seksen Gün serisi de, cinselliği yoğun kullanan kitaplar olarak bu tip cümlelere sık sık yer veriyor. Peki genel olarak kadınlar tarafından yazılan, kolay okunan; aşk, cinsellik ve şehveti konu edinen, temelde kadın karakterlerin hikayeleri üzerine kurulan bu erotik kitaplar gelip geçici bir trend mi? Yıllar sonra Marquis de Sade’ın, Laclos’un ya da Henry Miller’ın eserleri gibi hatırlanacaklar mı? Art arda basılan ve satış rekorları kıran bu erotik kitapların edebiyata katkılarını tartışırken, ele aldıkları kadın-erkek ilişkileri paralelinde dünyada ve Türkiye’de değişen kadın kimliğini de irdeliyoruz.

BİR TREND OLARAK EROTİK ROMAN

Hayatın anlamı ve en önemli parçası olan erotizmin, topluma ayna tutan edebiyata konu olması yeni değil. Duygu ve düşünceleri güzel ve etkili biçimde dile getiren edebiyat sanatı cinselliği, aşk ve tutkuyu eskiden beri anlatmaya devam ediyor. Bugünlerde “Grinin Elli Tonu” kitabıyla başlayan erotik edebiyat furyasının; 2000’lerde öne çıkan tarihi romanlar, “Da Vinci’nin Şifresi”yle devam eden komplo teorisi kitapları ve sonrasında yayınlanan Alacakaranlık serisinin hemen ardından hayatımıza girmesiyse bu kitapların öncelikle bir trend çerçevesinde değerlendirilebilir olduğunu gösteriyor bize. Öyle ki, trendlerin sürekli değiştiği gerçeğinden yola çıkarsak bundan 100 yıl sonra gençliğin hala E.L. James ya da Sylvia Day’in tecrübelerinden yararlanacağını söylemekte zorlanabiliriz.

EDEBİ DEĞİL AMA SATIYOR!

Erotik edebiyatta kalıcı olabilmenin sırrının, gerçekliği sanatsal bir biçimde sunmaktan, estetikten ödün vermemekten geçtiğini biliyoruz. Bugün ala Marquis de Sade’ın, Lawrence Durrell’in kitaplarını trendlerden mbağımsız olarak okumaya devam ediyorsak, gerçek anlamda bir edebiyat sanatından söz edebiliriz. Son yıllarda peynir ekmek gibi satılan erotik kitapların kolay okunduğunu ve hızla tüketildiğini, art arda yayınlandığını, genellikle kadınlar tarafından kaleme alındığını, genç ve güzel kadınlarla yakışıklı ve zengin erkekleri yan yana getirdiğini görüyoruz. “Grinin Elli Tonu” kitabının yazarı, orta yaşlı, eski televizyoncu E. L. James, “Sadece fantezilerimi yazdım” derken; Crossfire üçlemesini kaleme alan iki çocuk annesi Sylvia Day, Ayşe Arman’a verdiği röportajda, iyi bir erotik roman yazmak için bakire olmamayı ve zengin seks deneyimini şart koşuyor. Bunları okuyunca, “Kitap yazmak da ne kadar kolaymış” diyebilirsiniz. Ama zaten ne Day’in, ne de James’in edebiyat şaheseri çıkarmak gibi bir iddiaları yok. Bu romanlar her ne kadar “ev kadınları için porno” olarak adlandırılsa “edebi değil” damgası yese de, kitapların dünyada satış rekorları kırdığı düşünüldüğünde arka planda bambaşka mesajlar içerdiğini görmezden gelemeyiz.

KADININ CİNSEL MANİFESTOSU

Öncelikle 40 yıl önce Pınar Kür’ün ve Sevgi Soysal’ın eserlerinin müstehcen bulunup toplatıldığı dönemden ateşli seks sahnelerinin anlatıldığı kitapların liste başı olduğu bir döneme geldiğimizi görmek mutlu edici elbette. Erotik kitapların en çok kadın okurlar tarafından tercih edilmesiyse özellikle gelişmiş toplumlarda kadının artık cinsel hayatında daha talepkar, arzularını söylemekten çekinmeyen bir kimliğe bürünüp sevişmeyi doğal hak olarak görmesi şeklinde okunabilir.

Başka bir deyişle kadınların bu kitapları bu derece sahiplenmesi bir tür cinsel manifesto olarak yorumlanabilir. Okur “Grinin Elli Tonu”nda Christian ve Ana’nın cüretkar ve tutkulu fiziksel ilişkisinin yanı sıra; Ana’nın gizli arzularına da tanıklık ediyor ve karakterin bedenini keşfetmesi üzerinden aslında kendi bedenini keşfediyor. Ana, sevişirken okur da kendi partneriyle sevişiyor aslında. Peki ama gerçekten sevişebiliyor mu? Yoksa bu kitaplar tamamen gerçek dışı ve aslında kadının içinde yaşadığı toplumsal gerçeklikten uzak bambaşka bir dünya mı sunuyor?

GERÇEK DIŞI BİR DÜNYAYA DOĞRU

Aslında bu kitaplardaki karakterlerin her gün rastlayabileceğimiz türden alelade karakterler olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin Vina Jackson’un kaleme aldığı “Arzunun Rengi”nde, keman virtüözü Summer Zahova’ya kışkırtıcı bir teklif yapan tutkulu ve varlıklı profesör Dominik veya Sylvia Day’in “Sana Soyundum” kitabında Eva’nın cinsel bir serüvene sürüklendiği New York’un gözde bekarlarından, inanılmaz bir servetin ve Crossfire Holding’in sahibi Gideon, kadınların sıkça karşılaşacakları türden insanlar değiller. Aynı şekilde romanlardaki kadın karakterler de güzel, seksi, uzun boylu ve zayıf kadınlar olarak gerçek dünyadaki alelade profillerden uzak bir resim çiziyorlar. Başka bir deyişle cinselliğin üremekle eşdeğer görüldüğü, kadınların cinsel istismara maruz kaldığı, seksin hala evlilik sınırları içinde onaylandığı ülkemiz gibi “gelişmekte olan” toplumlarda, erotik kitapların kadınların manifestosu olmaktan ziyade asla sahip olunamayacak ulaşılamaz bir dünyayı göstermekten ve idealize etmekten başka bir işlevi var gibi görünmüyor. Teoride “kusursuz” ve “olması gereken” bir cinselliğin resmedilmesiyse aslında aşk ve cinsellik gibi özel ve mahrem bir alanın bile nasıl denetlendiğini, nasıl olumlanması gerektiğini gösteriyor bize. Sonuç olarak çok sattıran seks, erotik edebiyat furyasında da görevini fazlasıyla yerine getiriyor. Edebi kaygıdan uzak olarak yazılan bu aşk ve şehvet dolu kitaplar, insanları yaşadıkları gerçek ve bir o kadar “sıkıcı” hayatlarından bir süreliğine de olsa alıkoyarken; onlara cinselliğin teoride nasıl yaşanabileceğini ve onların aslında nasıl yaşayamadıklarını gösteriyor. “Edebi değiller ya da edebiyatı öldürüyorlar” meselesine gelince, zaten böyle bir iddiaları yok; dolayısıyla onları tıpkı yemek ya da müzik kitapları gibi ayrı bir kategori olarak kabul edebiliriz.

Edebi haz ve sanat arayanlar Marquis de Sade veya Nabokov okumaya devam ederken; oyun ve eğlence arayanlar son çıkan erotik kitapların sayfalarını çevirmeye başlayabilirler.

“BU KİTAPLAR BİLİNÇALTIMIZI ALTÜST ETMİYOR!”

Yazar Müge İplikçi aşkın, cinselliğin ve erotizmin olması gerektiği biçimde kurgulandığı bir dönemden geçtiğimizi, erotik kitapların da bu amaca ustalıkla hizmet ettiğini vurguluyor.

“Erotik kitaplara karşı değilim ama günümüzde aşkın, erotizmin ve cinselliğin nasıl pazarlandığına bakmama da engel olmamalı bu. Toplumlara yön veren, yön verirken de toplumu kategorilere bölen bir sistemle karşı karşıyayız nicedir. Kimin kiminle ve hangi amacı güderek yaşam tecrübesini gerçekleştireceğinin ötesinde; tam da ilgilendiğimiz konu gereği, kimin kiminle hangi cinselliği ortaya koyması gerektiğini bile belirleyen bir şebekeden söz ediyoruz. Düş ve fantezilerimizi denetleyen, bizlere nasıl ‘bizler’ olmamız gerektiğini sürekli aşılamaya meyleden -ve bunu çoğunlukla hayallerimizi denetleyerek gerçekleştiren- bir yapı bu. Cinsellik ve erotizm de bundan bolca nasiplenecekti elbette. İşin aslı, tarihsel sürece baktığımızda düşünce ve dinin toplumsal denetleme mekanizmaları haline geldikleri noktada da aynı yaptırımı görebiliyoruz.

Aşkın, cinselliğin, erotizmin; hatta yaşamın ‘olması gerektiği’ biçimde kurgulandığı bir pratikten geçiyoruz. Nicedir bu böyle. Edebiyat bundan zedelenmez mi? Elbette zedeleniyor. Ama bence yaşam kadar değil. Bu erotik kitapları bir pazarlama mantığı içerisinde düşünmenin ötesine geçmek isterdim. Onları, insanın karanlık ve bilinmez noktalarının deşifresi olarak algılamanın da… Ancak sistemin işleyiş biçiminin aslında ‘okur avlamak’ olduğunu yok sayamam. Bir arkadaşım ‘Grinin Elli Tonu’ndan bahsetti. O kitabı merak ediyorum doğrusu ama söylediklerimden farklı bir şeyler bulacağımı sanmıyorum. Aklıma hemen Giovanni Boccaccio’nun 14’ncü yüzyılda yazmış olduğu ‘Decameron’u geldi şimdi. Floransa’da veba salgınından kaçıp kurtulan üçü erkek yedisi kadın 10 kişinin anlattığı ve çoğu açık seçik olan öykülerin toplamıdır ‘Decameron’. Yazıldığı dönem düşünüldüğünde rahibelerle yatan bahçıvanınki kitaptaki en çarpıcı öykülerden biridir. Öte yandan İngiliz yazar Geoffrey Chaucer’ın ‘Canterbury Hikayeleri’ de din insanlarının nasıl şehvet düşkünü ve kepaze olduklarını anlatır. Bu arada 18’inci yüzyılın geç dönemlerine farklı bir tınıyla damgasını vuran Marquis de Sade, özellikle ‘Sodom’un 120 Günü’nde insanın kanını donduran tanrıtanımaz cüretkar bir yazar olur, taviz vermeden anlatır bize. Şimdilerde böyle örnekler var mı, emin değilim. İçine doğduğumuz sistemin ve bilinçaltının altüst edilişi eskilerde kaldı galiba…”



Erotik “hikaye”ler

Erotik kitap furyasını başlatan E.L. James’in kaleme aldığı m“Grinin Elli Tonu”nun dünyada 40 milyon, ve sadece ABD’de 20 milyon sattığı biliniyor. Üçleme olarak basılan bu erotik kitaplar kapaklarında sevişen vücutlar yerine, ipek gri bir kravat ve maskeyle okuyucunun beğenisine sunuldular. Bu da daha geniş bir okuyucu kitlesine hitap etme arzusu olarak yorumlandı.

 Sylvia Day’in “Sana Soyundum”la başlayıp “Sende Kendimi Buldum”la devam eden Crossfire serisi, bu ay sonu yine Doğan Kitap’tan çıkacak “Sana Bağlandım”la tamamlanıyor. Seri, Eva’yla New York’un gözde bekarlarından Gideon marasındaki tutkulu cinselliği anlatıyor.

Indigo Bloome’un kaleme aldığı “Uçmaya Var Mısın”, “Hissetmeye Var mMısın” ve “Oyuna Var Mısın” adlı Avalon üçlemesiyse Alexandra’yla aşığı Jeremy Quinn’in erotik maceralarına odaklanıyor.

Yazı: SELİN MİLOŞYAN

Bu yazının orijinali ELLE On The Beach 2013 sayısında yayımlanmıştır.

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir